24 Kasım 2008 Pazartesi

“Soran Olursa Öğretmenim Demeyin”

TÜM ÖĞRETMENLERİMİZİN ÖĞRETMENLER GÜNÜNÜ KUTLARIM

MİKTAT ALGÜL

GAZETECİ-YAZAR

Sıra Ayhan Öğretmene gelmişti. O’nun kimliğine bakan kişi, bir kimliğe baktı, bir Ayhan öğretmenin suratına. Sonra seğirterek kendilerini yöneten kişinin yanına gitti . O da kimliğe baktı.
1992 yılının Eylül ayı başıydı. Merzifon’dan yola çıkmanın hazırlıkları içindeydi. İki aydır beklediği tayin haberi eline ulaşmıştı. Samsun 19 Mayıs Üniversitesi mezunuydu. Okul biter bitmez tayin evraklarının hazırlığına başlamış, heyecanla başvurusunu yapmış ve beklemeye koyulmuştu. Sonunda atama evrakı adresine ulaşmış, evrakı açıp okuduğunda biraz irkilse de ruhuna mutlu bir gülümseme çökmüştü. Tunceli’nin Pülümür ilçesinin Gazi Lisesi Edebiyat öğretmenliğine atanmıştı.

İki gün sonra bavullarını topladı. Gitmek için hazırdı. Babası Ali ve Gülbeyaz anne ile vedalaştı. Yola çıktı. Ertesi sabah kendisini götüren araç görev yaptığı ilin sınırlarından içeriye girmişti. Kale kapısına benzer katar köprüsünün ayakları arasından geçerek derin bir vadiye saptılar. Derin vadiden ulu ağaçların köklerini ve yatağını okşayarak akan yosun yeşili akarsuya paralel olarak uzanan toprak yoldan tırmanmaya başladılar arkasındaki toz yığınını akarsuyun üzerine savurarak. Fonda o coğrafyanın acılarını anlatan türküler çalıyordu. Yamaçlar meşe ağaçlarıyla sarılmıştı. Ceviz ağaçları dallarını yola uzatmış gelen geçen araçlara el sallıyor gibiydi. Yılan gibi kıvrılarak tırmanan yoldan çevreye bakıldığında yamaçlara, dere kenarlarına tek tek kondurulmuş evler görülüyordu.Yükseklere tırmandıkça yol kenarlarında oluşan yarmalardan sızan sütbeyazı sular yola yayılıyor az önce geride akarsuyun üstüne savrulan toz bulutu kayboluyordu. Bir saat sonra nihayet 1900 rakımlı Cankurtaran adı verilen tepeye ulaştılar. Araç durdu, yolcular indi araçtan. Yolun solunda bulunan kulübeden çıkan iki asker kimlikleri tek tek kontrol etti. Herkesin kimliği geri verildi. O’nun kimliği askerin elindeydi. Asker “abe sen bizimle komutanın yanına geleceksin” dedi. Yürüdüler, az ilerdeki binanın giriş katında bulunan komutanın odasına girdiler. Komutan askerin elindeki kimliği aldı. Sesli sesli okudu:

“Ayhan Kural,1969 Merzifon doğumlu.”
Sonra sordu:
“Ne iş yaparsın? Niçin geldin buraya?”
“Öğretmenim. Pülümür’e atandım da....
“Hoş geldin hocam. Malum bölge kaynıyor. Güvenlik nedeniyle bu bölge nüfusuna kayıtlı olmayanları mecburen soruşturmamız gerekiyor. Buranın son bir kaç yılda durumu çok karışık” dedi komutan. Ardından araca kadar uğurladı.

“Yarım saate varırsınız ama yolda soran olursa öğretmenim demeyin . Serbest çalışıyorum deyin” diyerek uyardı. Nedenini sormaya vakit bulamadan araç hareket etti. Arkadan el salladı komutan. Bu kez tırmandıkları yere benzer bir yoldan inişe geçtiler. İnişe geçtikleri yolun kuzeyi yarılmış topraklar ve bozkırlarla kaplıydı. Güneyi ise kuzeyi kıskandıracak derecede yeşildi. Ayhan Öğretmen edebiyat fakültesindeki roman çözümlemelerini anımsadı. Okuduğu romanlardaki coğrafyaların betimlemeleriyle bu gördüklerini eşleştiriyordu. Romanlardaki kahramanlar gibi hissediyor kendini, belki de kimsenin betimlemediği bu toprakları betimleyeceği romanları kaleme alacağı zamanların hayalini kuruyordu. Araç dik yamaçlardaki inişini nihayet tamamladı. Sağ tarafta akan bir dere , dere boyu uzanan gür kavak ağaçları ve kavak ağaçlarının gölgesinde uzayan diğer ağaçların sıralandığı küçük bahçeler ve bahçelerin zemininde yeşeren çayırlar adeta kızak gibi kayarak geçiyordu arabanın penceresinden. Ayhan öğretmenin gözü takılmıştı bu güzelliklere. Tam dinlenilecek, gezi yapılacak yerlerdi burası.

Sonunda vardılar şehre. İndi araçtan. Durağın yanında bulunan kahvede kendisine bakanlarla tanıştı. Öğretmeni büyük saygıyla karşılardı bura insanı. Altlarındaki sandalyeyi kapıp davet ettiler en uygun yere. Çay söylediler. Açlığının olup olmadığını sordular. İçinden “doğası kadar insanları da hoşmuş” diye geçirdi Ayhan Öğretmen. Sonbahardı. Eylül ayı başlarıydı. Ayhan öğretmenin ilk öğretmenlik yolculuğu böyle başlamıştı. Sonbaharı kış takip etti. Karakışın soğuğunda Gazi Lisesi’nin edebiyat derslerini sıcak bir lirizme dönüştürmeyi , öğrencilerle otoriteye dayalı değil, iletişime dayalı bir saygı oluşturmayı başardı. Sokakta, çarşıda sevecen gülüşü, saygın duruşu, kendine güven duyan kişiliğiyle herkesin sevgi ve beğenisini kazanmıştı. Bu durum kendisinin de çok hoşuna gidiyor, terörün kol gezip, korku salmasına rağmen bu coğrafyaya içtenlikle bağlanıyor ve hiç ayrılmak istemiyordu. Tenefüste öğrencileri başına toplanıp soru yağmuruna tuttukları zaman bile aman demeden tek tek sorularını yanıtlıyor, onların sınavları kazanmaları için olağanüstü çaba sarffediyordu. Karakışı bahar, baharı, yaz takip etti. Öğretmenliğinin birinci yılı tamamlanmıştı. Doyamamıştı öğretmeye, öğretmenliğe. Tatil olmasını istemiyordu. Öğrencileri de öyle....

Temmuz ayı başında okular boşandı. O da uzun zamandır gitmediği memleketine gitmek üzere yola koyuldu. Vedalaştı arkadaşlarıyla. İlçe halkıyla da görüştü. Kendisi uğurlamaya gelen ilçe sakinlerinden biri düğününe davet etti.

“Ne zaman düğün “diye sordu.
“16 Eylül” cevabını alınca,
“Davetiyeye gerek yok . Ağustos sonunda burdayım. Mutlaka katılacağım. Halay çekeceğiz hep birlikte.....” dedi.
Ayrıldı kentten. Yol boyu seyre daldı manzarayı. İçinde buraya, bura insanına ve öğrencilerine duyduğu sevgi kabarıyordu. Kendi kendine “ bu yoldan kimbilir daha ne çok geçeceğim, geçtikçe ne ayrıntılı güzellikler göreceğim” dedi.....

İki ay sonra Ayhan Öğretmen tekrar özlem duyduğu Pülümür’deydi. Tarih 16 Eylül 1993’tü. Akşam serininde ilçe merkezinde oluşan düğün alayı davul zurna eşliğinde düğün salonuna doğru hareket etti. Gökyüzü masmaviydi. Gün batımıyla mavi göğün derinliklerinde yıldızlar ışıldamaya başlamıştı. Akşam karanlığı çöküyordu Pülümür’ün üstüne. Davul zurna seslerine karışan zılgıtlar gökteki yıldızlara doğru savruluyordu ince ince esen rüzgarla. Halaylar, oyunlar eşliğinde düğün alayı girdi salona. Davetliler ayağa kalktı alkışladılar. Ayhan öğretmen de arkadaşlarıyla oturduğu masada ayağa kalktı alkışladı. Seyre daldı muhteşem ezgilere ayak savurup vücut kıvıran oyunculara. Gıpta ile baktı gösteri yapan öğrencilere. İçinden beceremezse de onlarla birkaç dakikalığına oynamanın hayalini kurdu belki de. Az sonra birden davul zurnanın sesi kesildi. Ardından salondaki gürültüler. Herkes donmuş gibiydi. Ellerinde silah yüzleri yarı kapalı 8-10 kişi salonun kapısını tutmuşlardı. İçlerinden şalvarlı, başı atkıyla sarılı biri bağırdı:

“Herkes kimliğini çıkarsın. Elini havaya kaldırsın konuşmasın. Sağa sola hareket etmesin...”

Ardından onun işaretiyle arkadan duran iki kişi masa masa dolaşmaya başladılar. Kimlikler kontrol ediliyor, geri veriliyordu. Sıra Ayhan Öğretmene gelmişti. O’nun kimliğine bakan kişi, bir kimliğe baktı, bir Ayhan öğretmenin suratına. Sonra seğirterek kendilerini yöneten kişinin yanına gitti . O da kimliğe baktı. Sonra Ayhan Öğretmen’in olduğu yere baktı. Bir şeyler fısıldadı elinde kimlik olanla. Sonra emrinde olan kişilere salonun belirli yerlerine dağılmaları için işaret etti. Elindeki kimlikle ve yanında bir adamla Ayhan öğretmen’e doğru yöneldi. Yanına vardı. Yüzüne sert sert baktı:

“Sorun çıkarmadan bizimle geleceksin.” dedi.

Ses çıkaramadı, bir şey diyemedi Ayhan öğretmen. Yanındakilerin birşey demesine bir şey yapmasına da izin verilmiyordu. Ufak adımlarla düştü iki silahlının önüne. Önce Ayhan öğretmen ve o iki silahlı salondan çıktılar. Bir süre sonra da düğün salonunun içine yerleşip namlularını insanlara doğrultan silahlılar terketti salonu. Düğün salonu buz kesmiş, herkesin dili tutulmuş, bilinci kilitlenmişti sanki. O ruh haliyle boşaldı düğün salonu. Dışarıda insanın yüzüne tokat gibi inen bir rüzgar ve yeryüzünü sapsarı aydınlatan ayışığı vardı. Mavi gökyüzü parıldayan yıldızlarla doluydu. Etrafta ses soluk çıkmıyordu. Şehrin doğu tarafında yükselen Arapkızı Dağı’nın üstünden bir yıldız kayıyordu yosun yeşil akan suyun üzerine doğru.

Ertesi sabah herkes Ayhan öğretmenden haber beklerken jandarmalar kanlı bedenini buldular o uzun kavakların gölgesinde yeşeren çayırların üzerinde. Göğsüne sıkılan iki terörist kurşunuyla yere yığılmış kanı kavaklıktaki çayırların arasından toprağa sızmıştı. İlk geldiğinde görüp gezi yapmayı düşündüğü kavak altında sabahlamıştı cesedi. Duyanlar koştular cenaze töreninin yapılacağı okulun önüne. Hala buz kesmiş gibiydi insanların bilinçleri. Ama gözyaşları çözülmüştü insanların göz çukurlarından. İçlerindeki yangına ancak gözyaşlarıyla müdahale edebiliyorlardı. Az sonra cenaze aracı hareket etti. 3 ay önce “kim bilir kaç kez gelip gideceğim bu yollardan” diye düşlediği yoldan son yolculuğuna uğurlanıyordu Ayhan Öğretmen. Cenaze aracı yılan gibi kıvrılan yoldan Cankurtaran tepesine vardı. İki asker yine yola çıktılar. Bu kez aracı durdurmadılar. Geçen araca selam durdular. Onlar selam dururken bir yıl önce, “ortam karışık sorarlarsa öğretmenim demeyin” diyerek Ayhan öğretmeni Pülümür’e uğurlayan komutan da hemen arkalarında onlara eşlik ediyordu.

Not:1990’lı yıllarda terörün en yoğun olduğu dönemde Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde Ayhan Kural’ında aralarında bulunduğu 130 öğretmen teröristler tarafından katledilmişti. Öğretmenler gününde hepsine saygıyla…

Hiç yorum yok:

İzleyiciler

Blog Arşivi