30 Ocak 2010 Cumartesi

Avrupa Hun İmparatorluğu

Siyenpiler ile yaptıkları savaşları (220) kaybettikten ve Asya'daki Büyük Hun İmparatorluğu dağıldıktan sonra Hunların bir kısmı Dinyeper Nehri ile Aral Golü doğusu arasındaki bölgeye yerleştiler ve Dördüncü Yüzyılın ortalarına kadar orada yaşadılar. Bu târihten itibaren Batı'ya akın etmeye başladılar. Hunların yurtlarını niçin bırakıp göç ettikleri iyice bilinmiyor, herhalde geçim şartlarının bozulması onları bu işe zorladı. Hakanları Balamir'in idaresinde Volga'dan Batı'ya doğru ilerlemeye başladılar. O târihlerde Kuzey Karadeniz'den Macaristan'a kadar olan yerlerde Cermen asıllı kavimler oturuyorlardı. Hunlar önce bunlardan Doğu Gotları'na hücum edip dağıttılar. (374), arkasından Batı Gotları'nı mağlup ederek onların ülkesine girdiler. Böylece Avrupa Hun İmparatorluğu kuruldu. (375).

Doğu'dan Batı'ya doğru uzanan Hun akınının yerinden yurdundan ettiği birçok kavimler böylece Batı'ya itilerek Roma İmparatorluğu topraklarını altüst ettiler. Kuzey Karadeniz'den İspanya'ya kadar her taraf allak-bullak oldu. Avrupa'nın etnik manzarasını değiştiren bu büyük hâdiseye tarihte "Kavimler Göçü" denir.

Dördüncü Yüzyıl'ın sonunda Hunlar Batı'da Tuna'yı geçerek Balkanlar'a indiler, Doğu'da da Kafkaslardan Anadolu'ya girdiler. Bu ikinci akıncı kolu Güney Anadolu'dan Suriye'nin Akdeniz kıyılarına ve Kudüs'e kadar yıldırım hızıyla ilerledi. Sonbaharda aynı yoldan Azerbaycan'a döndü. Roma İmparatorluğu bu akından o kadar şaşırmıştı ki, her tarafta Hunlar hakkında akıl almaz hikâyeler anlatılıyordu. Batı'da ise Balamir'in oğlu Ildız'ın komutasındaki Hun süvari birlikleri Bizans İmparatorluğu'nu barışa zorladı, Batı Roma İmparatorluğu ise kendi ülkesini talan eden barbar kavimler (Gotlar, Vandallar, Burgondlar, Saksonlar vs.) karşısında Hunlar ile anlaşma yoluna gitti.

Ildız'dan sonra Avrupa Hun İmparatorluğu tahtına geçen Karaton ve Rua zamanlarında Hunlar Bizans'ı yıllık vergiye bağladılar, Batı Roma'yı da barbar kavimlerin ve Bizans'ı istilâ tehditlerine karşı korudular. Hun gücü bir masal gibi bütün Avrupa'yı âdeta büyülemiş ve korkutmuştu. Bu korkunun izlerini Batı milletlerinin hafızalarında hâlâ bulabiliyoruz.

Avrupa Hun İmparatoru Rua'nın 434'de ölmesi üzerine devletin başına Attila geçti. Attila, Rua'nın kardeşlerinden Muncuk'un oğlu idi. Amcaları Aybars ve Oktar İmparatorluğun sağ ve sol kanat hanları idi. Attila kardeşi Bleda ile birlikte hükümdar oldu, ama asıl idare ve kudret Attila'nın elindeydi. Attila'nın hükümdarlık devri Avrupa Hun İmparatorluğu'nun altın çağıdır. O târihte Hunlar Volga Nehri'nin doğusundan bugünkü Fransa'ya kadar olan bölgeye hâkim olmuşlardı. İdareleri altında çeşitli Türk boyları da dâhil olmak üzere tam kırk beş kavim yaşıyordu ki, bunların çoğu şimdiki Avrupa milletlerinin dedeleridir.

Bütün dünyada Attila'nın karşısına çıkacak hiçbir kuvvet yoktu. Avrupa Hun İmparatorluğu hâkimiyeti Manş Denizi'ne kadar ulaşmıştı. Bizans kendisini devamlı baskı altında tutup vergiye bağlayan bu kuvvetten kurtulmak için Hunlar arasına nifak sokma yolunu denedi. Çeşitli sebeplerden Attila idaresiyle uzlaşamayan Hun beylerini Bizans'a davet ediyor, onları yüksek makamlara geçiriyor, Attila'ya karşı kendilerine yardım vaat ediyordu. Attila nihayet Bizans'ı ortadan kaldırmak üzere harekete geçip ordularıyla Trakya'ya girdiği sırada meşhur Roma kumandanı ve konsülü Aetiüs araya girdi ve kendi oğlunu Attila'ya rehin vererek Bizans'ın barışı koruyacağına kefil oldu. Bu seferden yedi yıl sonra Bizans artık Hunlara bağlı bir devlet hâline gelmişti: Her yıl ödedikleri yıllık vergiyi üç katına çıkaracak ve bir defaya mahsûs olmak üzere altı bin libre altın ödeyeceklerdi.

Attila 451 yılında Batı Roma İmparatorluğu topraklarının bir kısmı üzerinde hak iddia ederek (Roma prensesi ile nişanlıydı), harekete geçti. Romalılar o zaman Hunların kovaladığı diğer Barbar kavimlerden de topladıkları kuvvetlerle iki yüz bin kişilik bir ordu kurup Paris yakınlarında Attila'nın karşısına durdular. Atilla'nın ordusunda da Hunların yanı sıra başka kavimlerden yüz bine yakın asker vardı. Orleans yakınında bütün bir gün yapılan savaşta her iki taraf on binlerce kayıp verdiği halde kimin yendiği belli olmadı, ama gece olunca Romalılar ve müttefikleri savaş alanından çekildiler. Attila onları o sırada takip etmedi, geri dönüp ordusuna çekidüzen verdikten sonra Roma'ya doğru yürüdü. Po Ovası'na geldi. Roma'da halk korku ve panik içindeydi. Senato, ne pahasına olursa olsun barış yapılmasından yanaydı. Barış teklifini yapacak heyetin başında papa vardı: Papa, Hıristiyan dünyasını kurtarmak üzere bizzat Attila'nın huzuruna çıktı ve Roma'nın kendisine boyun eğdiğini bildirdi. Bunun üzerine barış yapıldı.

Attila 452 yılında 60 yaşında iken şüpheli bir şekilde Öldü, Yerine sırasıyla oğulları İlek, Dengizik ve İrnek, Hun Hakanı oldular. Bu sonuncular önceki Hun hakanları gibi başarılı olamadı. 470 yılında Avrupa Hun İmparatorluğu artık dağılmıştı.

ATATÜRK'ÜN TÜRKLÜK ÜZERİNE BAZI SÖZLERİ

- Ben icap ettiği zaman en büyük hediyem olmak üzere, Türk Milletine canımı vereceğim.
- Ben milletimin en büyük ve ecdadımın en değerli mirası olan bağımsızlık aşkı ile dolu bir adamım.
- Beni olağanüstü bir kişi olarak yorumlamayınız. Doğuşumdaki tek olağanüstülük Türk olarak dünyaya gelmemdir.
- Benim milletimi esir etmek isteyen herhangi bir milletin, bu arzusundan vazgeçinceye kadar, amansız düşmanıyım.
- Benim naçiz vücudum bir gün toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti ebediyen payidar kalacaktır.
- Bir Türk dünyaya bedeldir.
- Biz doğrudan doğruya millet severiz ve Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin dayanağı Türk topluluğudur.
- Biz Türkler, bütün tarihimiz boyunca hürriyet ve istiklâle timsal olmuş bir milletiz.
- Bu millet bağımsızlıktan yoksun yaşamamıştır, yaşayamaz ve yaşamayacaktır.
- Bu ulusu ben değil içimizdeki ruh, damarımızdaki kan kurtarmıştır.
- Efendiler biz hayat ve istiklal isteyen bir milletiz. Ve yalnız ve ancak bunun için hayatımızı yok etmeyi göze alırız.
- Egemenlik kayıtsız ve şartsız milletindir.
- Ey Türk gençliği! Birinci vazifen Türk istiklal ve cumhuriyetini ilelebet korumak ve müdafaa etmektir. Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur.
- Her Türk ferdinin son nefesi, Türk Milletinin nefesinin sönmeyeceğini, onun ebedi olduğunu göstermelidir.
- Milletimi şimdiye kadar söylediğim sözlerle ve hareketlerimle aldatmamış olmakla gurur duyuyorum.
- Milletin sevgisi kadar büyük mükafat yoktur.
- Ne mutlu Türk'üm diyene!
- Türk budur: Yıldırımdır, kasırgadır, dünyayı aydınlatan güneştir.
- Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır.
- Türk! Öğün! Çalış! Güven!..
- Yüksek Türk! Senin için yüksekliğin hududu yoktur. İşte parola budur.

TÜRKLERDE EBRU SANATI

Türklerde Ebru Sanatı

Ebru, kitreli yoğun su üzerine, özel hazırlanmış ödlü boyalarla resim yapma ve bunu kağıda aktarma sanatıdır. Ebru, "bulut" veya "bulutumsu" anlamına gelen Farsça "ebr" kelimesinden türemiş ve Türkçe'de "ebru" halini almıştır.

Ebru'da hazırlık aşaması uzun, eser meydana getirme aşaması ise tam tersine çok kısa zaman alır. Sanki benliğimizden alıp su üzerine bıraktığımız boya damlaları, düştükten sonra yayılırlar ve şekiller oluştururlar. Bizim de müdahalemiz ile inanılmaz resimler çıkar ortaya.

Bir ebrucunun bilinçli bir şekilde mükemmel ebrular yapması, ancak bir usta ebrucunun yol göstermesi
ile mümkün olmaktadır. Bu nedenle, ebru usta-çırak yöntemi ile yüzyıllar boyunca bir nesilden diğerine aktarılmıştır. Osmanlı, önemli kitap, tezhip ve hat belgelerindeki kayıpları engellemek için ebruyu kenarlık olarak kullanmıştır. Ebru ile tanışan ve onun kıymetini anlayan Avrupalılar ise ebruyu tablo şeklinde sergilemeye başlamıştır. Bugün kağıt üzerine yapılmış nadide ebrular duvarları süslemeye devam ederken; kumaş, cam, toprak süs eşyaları ve ahşap üzerine yapılan ebrular da hayatımıza girmeye başlamıştır. Güzel bir ebrunun sunduğu görsel zarafetin insan ruhu üzerinde olumlu etkilerini anlatmaya gerek yok. Ebru yapmanın ise çok daha olumlu ruhsal etkileri olduğu bilinmektedir. Geçmişte olduğu gibi bugün de çeşitli merkezlerde terapi amacıyla ebru yaptırılmaktadır. Son yıllarda değeri anlaşılmaya başlanan muhteşem ebru sanatımızın, ben ve benim gibi ebruya gönül vermiş ebrucuların çalışmaları ile daha da gelişeceğini ve yeni nesillere aktarılacağını umuyorum.


Ebru Çeşitleri

- Klasik Ebru Çeşitleri

Battal, Gelgit ve Şal, Bülbül Yuvası, Taraklı, Neftli, Somaki, Hatip, Çiçekli, Koltuk, Hafif, Yazılı, Ak Kase, Kumlu, Zerafşanlı

- Modern Ebru Çeşitleri

Fantazi, Kedi Gözü, İspanyol (Dalgalı), Buket, Taş, Serpmeli


Teçhizat ve Malzemeler

Tekne: Boyutları, üzerine Ebru yapılacak kağıdın boyutlarından 1-2 cm daha büyük olmalıdır. Genel olarak 35 cm × 50 cm boyutlarında ve 5-6 cm derinliğindedir. Galvaniz kaplı sac ya da paslanmaz çelikten yapılmalıdır. Eskiden olduğu gibi çam ağacından üretilirse, içi su sızdırmaması için ziftlenmelidir. Bazı ebruzenler iki tekne kullanırlar. İkinci tekneye musluk suyu doldurulur. İlk teknede ebru hazırlanır, ikincisinde ise hazırlanan ebru yıkanır. Tek teknede ebru hazırlamak ve oradan çekip almak daha çok kullanılan bir yöntemdir.

Kitre: Suya kıvam vermek için kullanılan bir sıvıdır. Genel olarak iç ve doğu Anadolu bölgelerinde yetişen geven otunun çizilmesiyle elde edilen sıvının kurumuş zamkı kullanılarak hazırlanır. Beyaz renkli zamk tercih edilir.Salep, keten tohumu, ayva çekirdeği de kitre üretmek için kullanılabilir; fakat daha sık kullanılan ve rahatça bulunabilen kitre, geven bitkisinden elde edilir. Geven zamkı toz haline getirilmiş halde satılmaktadır. Kitreli su şu şekilde hazırlanır: 7 lt suya 50 gr geven tozu konur ve bir gece boyunca şişmesi beklenir. Ertesi gün sıkılarak naylon çoraptan geçirilir. Çorabın içinde erimemiş zamk parçacıkları ve çöpler kalır. Geven zamkı iyice eriyene kadar bu sıkma işlemine 2-3 defa devam edilir ve son olarak hiç sıkmadan çoraptaki kitre tekneye süzülür. Kitreli suyun kıvamı çok önemlidir; içinde gezdirilen çubuğun izi, çubuk çıkarıldığında ne öne doğru devam etmeli ne de geriye doğru gitmelidir. Hazırlanan kitreli suyun fazlası buzdolabında 1 ay saklanabilir. Kitreli suyun kötü kokması bozulduğunu gösterir. Kitreli su ne kadar hızlı kirlenirse o kadar iyi kıvama gelmiş demektir.

Öd: Ebrunun asıl sihiri ödde saklıdır. Öd boyanın dibe çökmesine mani olunur, boyaların birbirine karışmasını engeller. Mezbahadan alınan sığır ödü bir metal kap içine konur. Bu metal kap, içinde su kaynayan bir başka kabın içine konur. 20-30 dakika sonra ortaya çıkan kan ve köpük temizlenir. Öd bir kavanoza alınarak soğutulur ve bir damlalık kullanılarak boyalara konur. Çok açılması istenen boyalara bol öd damlatılır. Kalkan balığı ödü de kullanılmakta ve boyaya farklı bir hoşluk vermektedir. Eskiden öd yerine tütün yaprağı suyu da kullanılırmış.

Boyalar: Suda erimeyen, asit ve kazein içermeyen, ışıktan etkilenmeyen doğal boyalar kullanılır. Sadece oksit, pigment ve toprak temelli boyalar kullanılmaktadır. Memleketimizde çok çeşitli renkte toprak bulunmaktadır ve bu bizler için büyük bir şanstır. Eğer renkli toprak elde etmişsek bu toprak suya konur, iyice karıştırılır ve bir kaba süzülür. Toprak tekrar 5-6 dakika karıştırılır ve yine bir kaba süzülür. Dinlenmeye bırakılan toprak iyice çöktükten sonra üzerindeki fazla su atılır ve bir boya olarak kullanıma hazır hale gelir. Eğer boya satın alınmışsa, 50 cm × 50 cm boyutunda bir mermer ya da cam yüzey üzerine 2-3 tatlı kaşığı konur, ortası havuz haline getirilerek su eklenir, beşer dakika süreyle 4 kere 8 şekli çizilerek ezilir ve ardından kullanılmak üzere bir kaba alınır.

Fırça: At kılından ve gül dalından yapılır. Gül dalı hem hafif olduğu hem de küflenmediği için, at kılı ise boyaları emmediği için tercih edilir.

Desteseng: Boyayı ezmeye yarar, kolayca tutulmasını sağlayan özel bir şekli vardır, mermer kullanılarak üretilir.

Su: Eskiden yağmur suyu kullanılırmış. Hava kirliliği nedeniyle yağmur suları artık asit içermektedir. Bu nedenle sadece damıtılmış içme suyu kullanılmaktadır.

Diğer Malzemeler: Teknedeki boyalara şekil vermek için kullanılan, çeşitli kalınlıkta metal çubuklar (bizler) ve bir tahta üzerine belli aralıklarla sıralanmış metal tellerden oluşan taraklar; ezilen boyaları toplamak için spatula; boyaların konulduğu ana kaplar; ödlü boyayı muhafaza etmek için kullanılan daha küçük kaplar; emici nitelikte kağıt.

TÜRK TARİHİNDE GÖÇ HAREKETLERİ

Türk Tarihinde Göç Hareketleri

Türklerin göç hareketleri, ilkçağlarda başladı, ortaçağların sonlarına kadar sürdü. Bu dönem içinde birçok Türk boyları, Orta Asya'dan Hindistan, Uzakdoğu, Orta Avrupa ülkelerine göç ettiler. Bu göçler sonunda birçok Türk devleti kuruldu. Hun Türkleri, IV. yüzyılın sonlarına doğru Kuzeydoğu Asya'dan Doğu Avrupa'ya göç ettiler. Zamanla güneydoğuya kayarak, Orta Avrupa'ya, Balkanlara ve Tuna vadisine yerleştiler. Göktürklerin bağımsızlıklarını kazanmaları üzerine, Juan-juanlar, Avarlar adıyla Orta Avrupa'ya göç etmek zorunda kaldılar (552'den sonra). Hun ve Avarların ardından Bulgar Türkleri de Balkanlar'a (Tuna'nın güneyi) geldiler. Bunları, Türklerle akraba olan ve kısmen beraber yaşamış bulunan Macar kabilelerinin Tuna havzasına göç ederek yerleşmeleri takip etti. Daha sonra Peçenek Türkleri, Balkanlar'da yerleştiler. Türklerin büyük kütleler halindeki göçü, XI. yüzyılın sonunda oldu. 1071'de Sultan Alparslan'ın Bizans'ı yenmesinden sonra, Türkler, büyük kafileler halinde Anadolu'ya yerleştiler. XIII. yüzyıldaki Moğol istilâsından kaçan bir kısım Türk aşiret ve boyları, İran yoluyla, Anadolu'ya geçtiler. Bu göçler sırasında geçtikleri yerlerde, devletler kurdular. Göç hareketi, XV. yüzyıla kadar sürdü ve on milyona yakın Türk, yurt değiştirdi. Başka bir büyük Türk göçü de Osmanlı İmparatorluğu'nun kurulmasından sonra Rumeli, Ege adaları, Mısır ve Kuzey Afrika ülkelerine oldu.

Osmanlı İmparatorluğu'nun belirli bir iskân siyaseti vardı. İlk devirlerde, yeni fethedilen topraklara (özellikle Balkan yarımadasının çeşitli yerlerine) Anadolu'dan konar-göçer aşiretler, Türkmenler ve Yörükler yerleştirildi. Kıbrıs'ın fethinden sonra, oraya da bu şekilde göçler yapıldı. Bu bölgelere zamanla beş milyon kadar Türk yerleşti. Göç hareketi, imparatorluğun genişleme devresine kadar sürdü; duraklama devrinde son buldu. Rumeli'deki toprakların kaybedilmesi üzerine, buralardan gittikçe çekilen Osmanlı İmparatorluğu topraklarına doğru göçler başladı. Budin'in terk edilmesinden sonra daha da hızlanan bu göçlerde, hiçbir nizam görülmedi. Toprak kayıplarının 1700-1774 yılları arasında artmasına paralel olarak, göç hareketleri hızlandı. Belli başlı göçler, Kırım'dan, Kuzey Kafkasya'dan, Yunanistan'dan, Bulgaristan'dan, Yugoslavya'dan, Doğu Türkistan'dan gelerek Anadolu üzerinde toplandı.

Kırım'dan: Kırım, Ruslar tarafından işgal ve tahrip edildiği sırada (1771), 35 000 Kırımlı Türk, kılıçtan geçirildi. Bu türlü şiddet hareketleri karşısında, Anadolu'ya ve Balkanlar'a göçler yapıldı (1785-1788). Bu göçlerin en önemlisi, 1789-1790 yılları arasında oldu ve 1800'e kadar devam etti. Böylece, yaklaşık olarak 500 000 kişi Kırım'dan ayrıldı. 1812'de Osmanlı İmparatorluğu'nun Rusya'ya karşı Fransa ile işbirliği yapması üzerine Ruslar, Kırım Türklerine yeniden zulüm yapmaya başladılar. 1815-1828 yılları arasında göçler devam etti. Kırım'dan Türkiye'ye göçenler, Eskişehir yakınlarına yerleştiler. 1860-1862 yıllarındaki göçlere Nogaylar da katıldı ve 227 627 kişi göç etti. 1862'de, göç edenlerin sayısı 360 000 olarak tespit edildi. 1859-1864 yılları arasındaki Nogay göçleriyle birlikte göçmenlerin sayısı 700 000 oldu. 1874-1877 yıllarında yeni göç hareketleri görüldü. 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı'ndan (93 Harbi) sonraki göçler, 1890-1891'de daha da arttı. Bu göçler sırasında Kırım'dan 18-20 000 kişi ayrıldı. 1902-1904'te de göç edenler oldu.

1871 yılına kadar gelen göçmenler, imparatorluğun Rumeli sahillerindeki Köstence, Mangalya, Balçık, Burgaz, Varna şehirlerinden Balkanların içine Vidin'e kadar yayıldılar. Trakya ve Anadolu'da ise İstanbul, Edirne, Adana, Ankara, Bursa, Diyarbakır, Eskişehir, Halep, İzmir, Konya ve Sivas şehirlerine yerleştiler.

Kuzey Kafkasya'dan: Türklerin yoğun bulundukları bölgelerden biri olan Kuzey Kafkasya'ya ilk Rus akını, 1768'de oldu. Kuzey Kafkasya halkı, önce Türklerle birlikte Ruslara karşı savaştı; fakat düşmanın sayıca fazla olması yüzünden yenilerek, 10 000 kişilik bir kafile halinde Anadolu'ya göç ettiler. 1780-1800 arasında göç edenlerin sayısı 30 000'i buldu. 1812-1815'te 15 000, 1829'da 12 000 Kuzey Kafkasyalı Türk, Anadolu'ya göç etti. 1829-1859 yılarında Ruslara karşı yapılan bağımsızlık savaşlarındaki yenilgiler, Anadolu'ya yeni göçlerin yapılması sonucunu doğurdu; 1855-1863 yılları arasında 295 000 kişi Türkiye'ye göç etti. 1864'te Batı Kafkasya ve Kuban havalisindeki Türkler, bir ay içinde yurtlarını terk etmek zorunda bırakıldılar. Bir milyondan fazla göçmenin büyük bir kısmı, yollarda öldü; ancak 600 000'i Trabzon, Samsun, Köstence ve Varna limanlarına gelebildi. Bir kısmı Akdeniz ve Ege limanlarına ve İç Anadolu'ya gönderildi. Göçmenlere yardım amacıyla, büyük şehirlerde yardım komisyonları kuruldu. Rumeli limanlarına inen bir kısım göçmenler, Niş, Priştine ve Kosova havalisine, Edirne ve İslimye taraflarına, Vidin eyaletine, Sofya ve Berkofça sancaklarına, Ziştovi, Niğbolu ve Lofça'ya yerleştirildiler. Rumeli'ye yerleşen Kafkas göçmenlerinin
sayısı 175 000'i buldu. Anadolu'ya gelenler de Amasya, Adana, Adapazarı, Bursa, Çankırı, İzmit, İçel, Konya, Tokat ve Sivas'a, hattâ Halep, Şam, Amman ve Kıbrıs'a yerleştirildiler. Sonu gelmeyen göçler devam ettiği sırada, 1877 Osmanlı-Rus Savaşı (93 Harbi) patlak verdi. Yeniden 500 000 kişi Kafkasya'dan Anadolu'ya göç etti. 1886'da 4000 kişi daha Türkiye'ye göç etti ve İzmit civarına yerleştirildi.

Azerbaycan'dan: Azerbaycan'dan yapılan göçler, 1800'den sonra başladı. 1812-1815 arasında 7000, 1829'da 9000, 1860'ta 18 000 Azerbaycanlı, Kars, Iğdır, Ardahan bölgelerine geldi. 1877'de göçler daha da yoğunlaştı. Ayrıca, 1920'de 10 000 kişi daha göç etti.

Yunanistan'dan: 1820'de Mora isyanından sonra, Sakız, Girit, Epir ve diğer adalardaki Türklerin korunması, Osmanlılar için büyük bir mesele oldu. Avrupa'dan gelen gönüllü askerlerle Rum çeteciler, Teselya ve Ege adaları ile Mora'da oturan Türk ve Müslüman halka zulmetmeye başladılar ve 32 000 Müslüman Türkü öldürdüler. Rusya ile İngiltere arasında yapılan anlaşma (1826) ile bağımsız Yunan Devleti kuruldu ve Müslüman halkı Yunanistan'dan çıkarma kararı alındı. Mora'da bulunan Türklere ait arazi satın alınacak, halk, Osmanlı İmparatorluğu'nun bir kısım bölgelerine göç edecekti. Bu teklif Osmanlı İmparatorluğu tarafından reddolununca, Rus-İngiliz baskısına Fransızlar da katıldı. Osmanlı donanması, Navarin'de yakıldı (20 Kasım 1827). Fransızlar, karaya asker çıkardılar. 1828'de Rusya da harp ilan edince, Osmanlı İmparatorluğu zor durumda kaldı. Edirne'ye ve Erzurum'a kadar Osmanlı toprakları saldırıya uğradı. Anadolu'ya göç başladı. İmzalanan Edirne Antlaşması'yla (1829) savaş son buldu. Yunanistan, Osmanlı İmparatorluğu tarafından tanındı. Bölgedeki Türklerin göç anlaşması İstanbul'da kabul edildi (1830). II. Mahmud Han, bu antlaşmayı önce kabul etmek istemedi, fakat İngiltere ve Fransa'nın baskısıyla, Mora'da oturan Türklerin altı ay içinde burayı boşaltmaları istendi. II. Mahmud Han, Mora'da daha fazla kan dökülmesini istemediği için, antlaşmanın şer'i şerîfe aykırı olmadığına dair şeyhülislâmdan fetva aldı, sonra Mora'dan Türk göçü başladı. Girit'te Rum katliâmı şiddetlenince (1864), buradaki Türk halkı zor durumda kaldı. Neticede Girit'ten Anadolu'ya ve İstanbul'a 60 000 kişi göç etti. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra, Yunanistan'daki Türklerden bir kısmı, Anadolu'ya göç ettiler. Kurtuluş Savaşı'nı takip eden Lozan Antlaşması hükümlerine göre yapılan mübadele sonunda, Türkiye'ye pek çok Türk ailesi göç etti (1923-1933 yılları arasında 384 000 kişi).

Göçler, 1934-1960 arasında da devam etti 23 788 kişi Türkiye'ye geldi. 1960-1970 arasında 2081 kişi Yunanistan'dan Türkiye'ye yerleşti.

Bulgaristan'dan: Rusların 1828'de Tuna'yı aşarak Edirne'ye kadar gelmesi ve Bulgarları Türklerin üzerine saldırtması sonucunda bozguna uğrayan şehir ve kasabalardan, perişan halde 30 000 Türk, Türkiye'ye göç etti. 1876'da Rusya, Almanya ve Avusturya tarafından Balkanlar bölündü. Avusturya, Bosna-Hersek'i aldı, ayrıca Bulgarlara ve Sırplara, Rusya himayesinde bağımsızlık verildi. Aynı yıl Bulgarlar, Türklere karşı şiddet hareketlerine giriştiler; buradaki Türkleri korumakla görevli Türk ordusunun hareketi, Avrupa devletlerinin müdahalesiyle durduruldu. Binlerce Türk, Edirne, İstanbul ve Anadolu'ya göç etti. 1877 Osmanlı-Rus Savaşı'ndan sonra yapılan Berlin Antlaşması'yla Bulgaristan Devletinin kurulması kabul edildi. Bu durum, Bulgaristan'daki Türkler için kötü oldu ve 1876-1878 yılları arasında 200 000 Türk Edirne ve civarına yerleşti. 300 000 göçmen, Rumeli'den Anadolu'ya geçti. 75 000'i Halep ve Şam'a, 25000'i Adana'ya, 10 000'i Konya ve Kastamonu'ya, 10 000'i Kıbrıs'a yerleşti. Sivas, Amasya ve Diyarbakır'a beşer bin kişi, Cezayir'e 500 kişi gönderildi. Kuzey Bulgaristan'dan göç eden bir kısım Türkler, Rodoplar'da Ruslarla çarpışan Pomaklarla birleştiler. Birçok silâhlı saldırıya uğrayan göç kafilesi, ağır kayıplar vererek
Türkiye'ye gelebildi. Doğu ve Batı Trakya ile İstanbul göçmenlerle doldu.

Birinci Dünya Savaşında Bulgaristan, Türkiye'nin müttefiki olunca, göç eden kafilelere bazı kolaylıklar gösterdi, fakat ellerindeki mal ve mülkün bedelini değerinden çok düşük olarak ödedi.

1885-1923 yılları arsında Türkiye'ye 500 000 kişi göç etti. 1927'den sonra yeniden şiddet hareketleri görüldü. Deliorman Türkleri, Bulgaristan'dan Türkiye'ye göçü göze alamadılar ve 1930-1933'te Romanya'ya, buradan da Köstence yoluyla Türkiye'ye geldiler. 1923-1933 yılları arasında göç edenlerin sayısı 101 507'dir. Yine Bulgaristan'dan 1934-1960 arasında 272 971 kişi Türkiye'ye göç etti. 1951-1952 yıllarında Bulgarlar, 154 385 Türk vatandaşını Edirne'ye gönderdi. Bütün bu göçlere rağmen bugün Bulgaristan'da halen bir milyonun üstünde Türk vardır. Bu Türkler için, Bulgaristan yeni göç planları hazırladı. Buna göre, Türkiye'de yakın akrabaları bulunan Türkler, Türkiye'ye göç edebilecekti. 1970 yılının her ayında kafileler halinde Türkiye'ye göçler başladı. Türkiye'ye 1960-1970 arasında Bulgaristan'dan gelen serbest göçmenlerin sayısı 13125'tir.

Romanya'dan: Romanya toprakları, Osmanlı İmparatorluğu'nun idaresindeyken, Besarabya ve Kırım'dan onbinlerce Türk buraya yerleşti. 1806-1812 Osmanlı-Rus Savaşları'nda, Rus orduları Tuna'yı aşarak Şumnu'ya kadar ilerlediği sırada, Akkerman, Bender, İsmail kalelerinde muhasarada kalan Türkler, Dobruca'ya; Eflâk ve Boğdan'da bulunanlar da güneye doğru göç ettiler. Böylece gelmiş olan bu göçmenlerin sayısı, 200 000 kişiyi aştı. Birçoğu da Anadolu'ya ve özellikle Eskişehir'e yerleşti. 1826'da yapılan Akkerman antlaşmasıyla, Müslüman ve Türklerin bu bölgede oturması şartlara bağlandı. Besarabya, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı'ndan sonra Rusların eline geçti. Dobruca, Rumenlere verildi. Devam eden Rus saldırılarından zarar gören Türkler, göç etmeye başladılar. Sonraki yıllarda Dobruca'dan 80-90 000 Türk, yurtlarını terk ederek Anadolu'ya yerleştiler. Bölgede kalan Türklerin Romen ordusuna alınmak istenmesi üzerine, Türkiye'ye yeniden göç başladı (1883). 1899'daki kıtlıkta Türk ahâli, Tulça sancağından Köstence ve Tulça yoluyla, denizden Anadolu'ya geçtiler. 1900-1923 arasında, göçlerde bir azalma görüldü. 1923'ten sonra, Dobruca'dan yeni göçler başladı. 1923-1933 arasında 33 852 kişi göç etti. Türklerden boşalan yerlere yerleştirilen Makedonyalı Ulahlar, takındıkları sert tavırlarla, Türk halkını fazlasıyla rahatsız ettiler. Bu durum, yeni Türk göçlerine sebep oldu. 1934'te 15 321 kişi göç etti. Romen hükümeti ile yapılan anlaşmalarla, göç işleri bir düzene sokuldu. 1935-1939 arası, toplam olarak 64 570 kişi göç etti. Romanya, 1939'da güney Dobruca'yı Bulgarlara bıraktı ve burada kalan 8000 Türk, 1952'de Türkiye'ye gönderildi. 1934-1960 yılları arasında Romanya'dan göç edenlerin sayısı 87 476'dır. Bu göçmenler, Trakya, Batı Anadolu ve diğer bölgelere yerleştirildiler. 1960-1970 arasında Romanya'dan 271 serbest göçmen geldi.

Yugoslavya'dan: 1804'te isyan eden Sırpların şiddet hareketleri sırasında, Semendire'ye bağlı yerlerde Türklere karşı girişilen katliâmdan kaçanlar, Rumeli ve Bosna-Hersek'e göç ettiler. 1806-1812 Osmanlı-Rus Savaşı'nın başlamasıyla Ruslardan yardım gören Sırplar, Türkler üzerindeki şiddet hareketlerini ve baskıyı daha da arttırdılar. Bu sırada kaçabilen Türkler, Manastır, Üsküp ve Kosova'ya yerleştiler. 1826'da imzalanan Akkerman antlaşmasıyla, 150 000'e yakın Türk, Sırbistan'dan çıkarıldı; Belgrad ve diğer Türk kalelerinden 15 000 kadar Türk, Anadolu'ya göç ederek Sakarya ırmağı çevresine yerleşti. 1908-1923 yılları arasında 300 000, 1923-1933 arasında da 108 179 Türk, Türkiye'ye göç etti. Yugoslavya'daki rejim değişikliğinden sonra da göç hareketleri devam etti. 1934-1960 yıllarında 160 922 kişi Türkiye'ye yerleşti. Yugoslavya'dan göçler, daha sonraki yılarda da yakın zamana kadar devam etmiştir. 1960-1970 arasında 43 753 serbest göçmen gelmiştir.

Doğu Türkistan'dan: Bugün Çin idaresinde olan Doğu Türkistan, zengin madenlere sahip olması yüzünden bir çok istilâya uğradı. Bölgedeki halk göç etmeğe başladı. 1917'de 20 000 kişilik bir kafile Tibet'e, buradan da 1940'ta Hindistan'a sığındı. 1949'da Çin baskısından kaçan 7000 Türkistanlı, Türkiye'ye göç için yola çıktılar; bunlardan ancak 852 kişi Türkiye'ye gelebildi (1953) ve Adana, Konya, Kayseri, Niğde ve Salihli'ye yerleştirildi. Kısaca Türkistan'dan 1934-1960 arasında 2128 göçmen geldi. Türkistan'dan 1960-1970 arasında gelen serbest göçmenlerin sayısı 169'dur.

Kıbrıs'tan: 1570'te Osmanlı idaresine geçen Kıbrıs'a, Anadolu'nun güney vilayetlerinden 50-60 bin Türk yerleştirildi. Böylece, adanın nüfusu 200 000'e çıktı. Ada, İngilizlere kiralanınca (1878), buradaki Türk halkı, Anadolu'ya göç etmeğe başladı. Bu göçlerle 15 000 kişi Anadolu'ya geldi. Lozan antlaşmasıyla ada İngilizlere bırakılınca, göçler daha da hızlandı ve 24 000 kişi Türkiye'ye geldi. 1878'den itibaren göç edenlerin sayısı 70 000'i buldu. Gelenlerin çoğu Ankara, İstanbul ve İzmir'e yerleştirildi.

Eski Türk Gelenekleri

Eski Türk Gelenekleri (Dede Korkut Hikayelerinde Geçen)

- Ad Koyma: Oğuz Türklerinde bir gencin ad alabilmesi için bir yiğitlik göstermesi gerekiyordu. Bu yiğitliği gösterdikten sonra Dede Korkut'u çağırırlardı. Dede Korkut da dua edip gence yiğitliğiyle alakalı bir isim verirdi;
"... Bunun adı boz aygırlı Bamsı Beyrek olsun, adını ben verdim yaşını Allah versin."

- Toy etme (Toplantı yapıp karar verme): Oğuzlar mühim konularda karar vermek için toplantı yaparlardı;
"Kudretli Oğuz beylerini hep çağırdılar evlerine getirdiler. Ağır misafirlik eylediler."

- Düğün: Halen devam eden bir geleneğimiz olan düğünlerde ziyafet verilir şenlik yapılırdı.

- Kız İsteme: Kız babasından veya abisinden istenirdi. Kız istemeğe büyük ve saygın kişiler giderdi. Dede Korkut Deli Karçar'dan kız kardeşini Bamsı Beyrek'e şöyle istemiştir;
"Tanrının buyruğu ile peygamberin kavli ile aydan arı, güneşten güzel kız kardeşin Banu Çiçek'i Bamsı Beyrek'e istemeğe gelmişim."

- Başlık Alma: Kız vermeye karşılık kızın ailesi başlık isterlerdi. Kitapta kız kardeşini vermek istemediği için aşırı miktarda başlık isteyen Deli Karçar anlatılmıştır.

"Deli Karçar der: Dede, kız kardeşim yoluna ben ne istersem verir misin? Dede der: Verelim dedi, görelim ne istersin? Deli Karçar der: Bin erkek deve getirin dişi deve görmemiş olsun, bin de aygır getirin ki hiç kısrakla çiftleşmemiş olsun, bin de koyun görmemiş koç getirin, bin de pire getirin bana dedi. Eğer bu dediğim şeyleri getirirseniz pek ala veririm"

- Sövüş Etme: Misafir İçin Hayvan Kesme. Oğuzlar bir misafir geldiği zaman onun için bir hayvan kesip ikram ederlerdi.

- Düş Yorma: Rüyalarında gördükleri garip durumları Dede Korkut'a yorumlatıp mana çık

Türk Devlet ve Beyliklerinin Kuruluş ve Yıkılış Tarihleri

Türk Devletleri'nin Kuruluş ve Yıkılış Tarihleri


Büyük Türk Devletleri

- Büyük Hun İmparatorluğu/M.Ö. 4. asır - M.S. 48

- Avrupa (Batı) Hun İmparatorluğu/374-496

- Ak Hun (Eftalit) İmparatorluğu/4. asır sonları - 577

- Birinci Göktrük İmparatorluğu/552-582

- Doğu Göktürk İmparatorluğu/582-630

- Batı Göktürk İmparatorluğu/582-630

- İkinci Göktürk İmparatorluğu/681-744

- Uygur İmparatorluğu/744-840

- Avrupa Avar İmparatorluğu/6. asır - 805

- Hazar İmparatorluğu/7. asır - 965

- Karahanlılar Devleti/840-1042

- Gazneliler Devleti/962-1187

- Büyük Selçuklu İmparatorluğu/1038-1194

- Harezmşahlar Devleti/1097-1231

- Osmanlı İmparatorluğu/1299-1922

- Timur İmparatorluğu/1370-1506

- Bâbür (Gürgâniyye) İmaparatorluğu/1526-1858


Devletler

- Kuzey Hun Devleti/48-156

- Güney Hun Devleti/48-216

- Birinci Chao Hun Devleti/304-329

- İkinci Chao Hun Devleti/328-352

- Hsia Hun Devleti/407-431

- Kuzey Liang Hun Devleti/401-439

- Lov-lan Hun Devleti/442-460

- Tabgaç Devleti/386-557

- Doğu Tabgaç Devleti/534-557

- Batı Tabgaç Devleti/534-557

- Doğu Türkistan Uygur Devleti/911-1368

- Liang Şa-t'o Türk Devleti/907-923

- Tana Şa-t'o Türk Devleti/923-936

- Tsin Şa-t'o Türk Devleti/937-946

- Kan-çou Uygur Devleti/905-1226

- Türgiş Devleti/717-766

- Karluk Devleti/766-1215

- Kırgız Devleti/840-1207

- Sabar Devleti/5. asır - 7. asır arası

- Dokuz Oğuz Devleti/5. asır sonu - 6. asır sonu

- Otuz Oğuz Devleti/5. asır sonu - 6. asır sonu

- Basar-Alan Türk Devleti/1380-?

- Doğu Karahanlı Devleti/1042-1211

- Batı Karahanlı Devleti/1042-1212

- Fergana Karahanlı Devleti/1042-1212

- Oğuz-Yabgu Devleti/10. asrın ilk yarısı - 1000

- Suriye Selçuklu Devleti/1092-1117

- Kirman Selçuklu Devleti/1092-1307

- Türkiye Selçuklu Devleti/1092-1307

- Irak Selçuklu Devleti/1157-1194

- Eyyubîler Devleti/1171-1348

- Delhi Türk Sultanlığı/1206-1413

- Mısır Memlûk Devleti/1250-1517

- Karakoyunlu Devleti/1380-1469

- Akkoyunlu Devleti/1350-1502


Beylikler

- Tulûnlular/868-905

- İhşidîler/935-969

- İzmir Beyliği/1081-1098

- Dilmaçoğulları Beyliği/1085-1192

- Danişmendli Beyliği/1092-1178

- Saltuklu Beyliği/1092-1202

- Ahlatşahlar Beyliği/1100-1207

- Artuklu Beyliği/1102-1408

- İnaloğulları Beyliği/1098-1183

- Mengüçlü Beyliği/1072-1277

- Erbil Beyliği/1146-1232

- Çobanoğulları Beyliği/1227-1309

- Karamanoğulları Beyliği/1256-1483

- İnançoğulları Beyliği/1261-1368

- Sâhib Atâoğulları Beyliği/1275-1342

- Pervâneoğulları Beyliği/1277-1322

- Menteşeoğulları Beyliği/1280-1424

- Candaroğulları Beyliği/1299-1462

- Karesioğulları Beyliği/1297-1360

- Germiyanoğulları Beyliği/1300-1423

- Hamidoğulları Beyliği/1301-1423

- Saruhanoğulları Beyliği/1302-1410

- Aydınoğulları Beyliği/1308-1426

- Tekeoğulları Beyliği/1321-1390

- Eretna Beyliği/1335-1381

- Dulkadiroğulları Beyliği/1339-1521

- Ramazanoğulları Beyliği/1325-1608

- Doburca Türk Beyliği/1354-1417

- Kadı Burhaneddin Ahmed Devleti/1381-1398

- Eşrefoğulları Beyliği/13. asır ortaları - 1326

- Berçemeoğulları Beyliği/12. asır

- Yarluklular Beyliği/12. asır


Atabeylikler

- Böriler/1117-1154

- Zengîler/1127-1259

- İl-Denizliler/1146-1225

- Salgurlular/1147-1284


Hanlıklar

- Büyük Bulgarya Hanlığı/630-665

- İtil (Volga) Bulgar Hanlığı/665-1391

- Tuna Bulgar Hanlığı/981-864

- Peçenek Hanlığı/860-1091

- Uz Hanlığı/860-1068

- Kuman-Kıpçak Hanlığı/9. asır - 13. asır

- Özbek Hanlığı/1428-1599

- Kazan Hanlığı/1437-1552

- Kırım Hanlığı/1440-1475

- Kasım Hanlığı/1445-1552

- Astrahan Hanlığı/1466-1554

- Hive Hanlığı/1512-1920

- Sibir Hanlığı/1556-1600

- Buhara Hanlığı/1599-1785

- Kaşgar-Tufan Hanlığı/15. asır başları - 1877

- Hokand Hanlığı/1710-1876

- Türkmenistan Hanlığı/1860-1885


Cumhuriyetler

- Âzerbaycan Cumhuriyeti/1918-1920

- Batı Trakya Türk Cumhuriyeti-I/31 Ağustos 1913

- Batı Trakya Türk Cumhuriyeti-II/1915-1917

- Batı Trakya Türk Cumhuriyeti-III/1920-1923

- Türkiye Cumhuriyeti/1923-...

- Hatay Cumhuriyeti/1938-1939

- Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti/1983-...

- Âzerbaycan Cumhuriyeti/1991-...

- Kazakistan Cumhuriyeti/1991-...

- Kırgızistan Cumhuriyeti/1991-...

- Tacikistan Cumhuriyeti/1991-...

- Özbekistan Cumhuriyeti/1991-...

- Türkmenistan Cumhuriyeti/1991-..

Türk Soyu

Türk soyu, tarihin erken çağlarında Orta Asya'da ortaya çıkarak, doğuda Kadırgan dağlarından, batıda Orta Tuna havzasına; güneyde Hindistan, İran ve Mısır'dan, kuzeyde Lena ırmağı'nın mansabına ve Volga ırmağı'na katılan Kama ırmağı havzasına kadar uzanan geniş bölgeye yayılmıştır. Bugün bu bölgenin asli ve hakim unsurudur.

Kafatası biçimi bakımından brakisefal nitelik gösterirler. Yüz genellikle geniş ve düz görünüştedir. Kaş kemerini meydana getiren kemik düz olarak gelişmiştir. Göz çukuru nispeten dar ve küçük olmakla birlikte mongoloid ırkta olduğu gibi göz kapağı gergin ve çekik olmadığı için Türkler badem gözlüdür. Göz rengi çeşitlidir. Elmacık kemiği gelişmiş olmasına rağmen mongoloid ırktaki gibi çıkık değildir. Kulaklar yatıktır. Sakal ve bıyık ne ön Asya Ari kavimlerinde olduğu gibi teni karartacak kadar sık, ne de mongoloid ırktaki kadar seyrektir. Saç, sakal ve bıyık renkleri açık kumraldan siyah renge kadar çeşitlilik gösterir.

TÜRK ADI NEREDEN GELİYOR..!?

Türk Milleti'nin tarihi neredeyse insanlık tarihi kadar eskidir; Türkler binlerce yıldan beri tarih sahnesinde yer almaktadırlar. Bu durum, bilim adamlarının dikkatini çekmiş ve onları Türk kelimesinin kökenini araştırmaya yöneltmiştir. Türk adının kaynağını bulmak amacıyla yapılan araştırmaların sonuçlarına dayanarak çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Kimi uzmanlara göre, Türk adına ilk defa MÖ 14. yüzyılda "Tik" veya "Tikler" şeklinde rastlanılmıştır. Bazı uzmanlar ise bu adın MÖ 14. yy.dan önce de var olduğu görüşünü benimsemişlerdir. Türkler'in binlerce senelik geçmişi göz önünde bulundurularak, Türk adının nereden geldiğine ilişkin birçok iddia ortaya atılmıştır.
Türkler'in eski dönemlerine ilişkin bilgilerin kökeni çoğunlukla Çin tarihine dayanmaktadır. Çinli tarihçiler MÖ 2000-1000 yılları arasında ilk Türk hükümdarlarından bahsetmektedirler. Bununla birlikte, eski Çin kaynaklarındaki Türk hükümdarlarının ve devletlerinin adları Çince yazılıdır. Bunların Türkçe karşılıkları tam anlamıyla bilinmemektedir. Profesör Erol Güngör'ün deyişiyle, "Bizim atalarımız o çağda "Türk" adıyla anılmıyordu. "Türk" kelimesi bugün bir milletin adıdır ama atalarımız o zaman henüz bir millet halinde değildi. Boy ve aşiretler halinde yaşıyorlardı ve her aşiretin ayrı bir adı vardı."
Türk adının tarih sahnesine çıkışı MS 6. yüzyılda kurulan Göktürk milleti ile olmuştur. Orhun kitabelerinde yer alan "Türk" adı daha çok "Türük" şeklinde gösterilmiştir. Yani, Türk kelimesini ilk defa resmi olarak kullanan siyasi teşekkül Gök-Türk İmparatorluğu olmuştur. Göktürkler'in ilk dönemlerinde Türk sözü bir devlet adı olarak kullanılmışken, daha sonra Türk Milleti'ni ifade etmek için kullanılmaya başlanmıştır.
Çin İmparatoru MS 585 yılında, Gök-Türk Kağanı İşbara'ya gönderdiği mektupta "Büyük Türk Kağanı" diye hitap etmiştir. İşbara Kağan'ın Çin İmparatoru'na cevabi mesajında da "Türk Milleti'nin Tanrı tarafından kuruluşundan bu yana 50 yıl geçti" ifadesine yer verilmiştir. Bunlar Türk adını resmileştiren olaylar olarak tarihe geçmiştir.
Göktürk yazıtlarında Türk sözü daha çok "Türk Budun" şeklinde geçmektedir. Türk Budun, Türk Milleti anlamındadır. Dolayısıyla Türk adı bu dönemlerde bir topluluğun veya kavmin isminden ziyade siyasi bir mensubiyeti belirleyen bir kelime olarak görülmektedir. Yani Türk soyuna mensup olan bütün boyları ve toplulukları ifade etmek üzere milli bir isim haline gelmiştir.
Türk kelimesinin anlamı üzerinde de çeşitli görüşler vardır. Bunlardan bazıları şu şekildedir:
Çin kaynaklarında "Tu-küe (Türk)" miğfer olarak yorumlanmakta; İslam kaynaklarında ses benzeşmesine dayanarak terk edilmekte, olgunluk çağı şeklinde değerlendirilmektedir.
Arminius Vambery'nin 19. yüzyılda yazdığı eserlerinde belirttiğine göre, Türk kelimesi "türemek"ten gelmektedir.

Ünlü Alman Türkolog Albert von Le Coq, Türk deyişinin "güç-kuvvet" anlamı taşıdığını ileri sürmüştür.
Bu konudaki diğer çalışmalara göre, Türk kelimesi, "Altaylı (Ceyhun ötesi Turanlı)" kavimlerini tanımlamak üzere 420'li yıllardaki bir Pers metninde görülmektedir. Yine 515'de, "Türk-Hun" (Kudretli Hun) tabirinin de geçtiği bilinmektedir. İran kaynaklarında Türk kelimesinin "güzel insan" karşılığında kullanıldığı belirtilmektedir.

9. yüzyılda Kaşgarlı Mahmud, "Türk adının Türkler'e Tanrı tarafından verildiğini" belirtmiş; "gençlik, kuvvet, kudret ve olgunluk çağı" demek olduğunu bir kez daha vurgulamıştır. Türk kelimesinin "güçlü-kuvvetli" anlamına geldiği, bugün neredeyse bütün tarihçiler tarafından kabul görmüştür.

Türk Yurdu
Günümüzde sayıları 350 milyonu aşan ve oldukça geniş bir bölgeye yayılmış olan Türkler'in ilk ana yurdunu tespit edebilmek için geniş araştırmalar yapılmıştır. Çeşitli alanlarda, farklı uzman ve bilim adamlarınca yapılan çalışmalar sonucunda her alanda farklı iddialar gündeme gelmiştir. Böylece ortaya şöyle bir tablo çıkmıştır:

Tarihçiler, Çin kaynaklarına dayanarak Altay Dağları'nın; etnologlar, İç Asya'nın kuzey bölgelerinin; dil araştırmacıları, Altaylar'ın veya Kingan Dağları'nın doğu ve batısının; kültür tarihçileri, Altay-Kırgız Bozkırları arasının; sanat tarihçileri, Kuzeybatı Asya sahasının; antropologlar ise Kırgız Bozkırı-Tanrı Dağları arasının ilk Türk ana yurdu olduğunu iddia etmişlerdir.
Bu konudaki araştırmalara göz attığımızda, Türkler'in ilk ana vatanlarının kesin sınırlarını çizmenin mümkün olmadığı görülür. Bunun asıl nedeni Türkler'in ilk zamanlardan itibaren oldukça geniş bir alana yayılmalarıdır. Son yıllarda yapılan dil araştırmaları göz önüne alındığında, ilk Türk yurdunun "Altay Dağları'ndan Urallar'a kadar uzanan, Hazar Denizi Kuzeydoğu Bozkırlarından Tanrı Dağları'nı kapsayan çok geniş bir bölge" olduğu anlaşılmaktadır.

Türkler, tarihin akışı içerisinde, ana yurtlarından çok uzak mesafelere göç ederek geniş bir coğrafi alana yayılmış; bugün Balkanlar'dan Çin Seddi'ne, Sibirya Bozkırları'ndan Horasan, Afganistan, Tibet'e kadar olan bölgeleri yurt edinmişlerdir.

Günümüzde özgürlük ve eşitliğin öncülüğünü yaptıklarını iddia edenler bilmelidir ki, insan hak ve hürriyetlerinin gerçek anlamdaki ilk uygulayıcısı Türkler olmuştur. Türkler tarafından kurulan devletlerde din, dil ve ırk ayrılığı gözetilmeksizin herkese eşit davranılmıştır. Profesör Hakkı Dursun Yıldız bu gerçeği, "Bütün tarih boyunca Türkler'de din, dil ve ırk ayrılığı sebebiyle Amerika ve Avrupa'da her zaman rastlanan bir katliama, işkenceye ve hakların elinden alınmasına kesinlikle rastlanmamaktadır" şeklinde ifade etmiştir.

Dikkat çekici bir nokta, eski Türk kavimlerinde, kadınların erkeklerle neredeyse eşit haklara sahip olmalarıydı. Türk kadınları toplum hayatının hemen her aşamasında görev alırlar; yeri geldiğinde savaşmaktan çekinmezlerdi.

Kalp Krizini hissettiğin anda yapılması gerekenler!

ÇOĞU İNSAN KALP KRİZİ SIRASINDA NE YAPACAĞI KONUSUNDA BİLGİ SAHİBİ DEĞİLDİR.BAZILARI DA EĞİTMENLERİNDEN BAŞKALARINA YAPILACAK İLK YARDIMI ÖĞRENMİŞLERDİR.AMA ÇOĞUNLUKLA KİMSE KENDİSİ KALP KRİZİ GEÇİRDİĞİNDE NE YAPACAĞINI BİLMEZ.BU DURUMDA GENELDE YALNIZ OLURUZ VE ŞUURUMUZU YİTİRMEMİZE 10 SN GİBİ KISA BİR SÜRE VARDIR.PEKİ BU DURUMDA NE YAPILIR?
İŞTE CEVAP :
DERİN DERİN ÖKSÜRMELİYİZ.2 SN DE BİR DERİN DERİN ÖKSÜRÜRSEK HEM KAN BASINCI HEM DE KALBİN BASINCI ARTACAKTIR VE ÖKSÜRME ÖNCESİNDE ALINAN HAVADAN DOLAYI VUCUT OKSİJENLE DOLACAK VE BİLİNCİMİZİ GEÇ YİTİRECEĞİZDİR VE HASTANEYE GÖTÜRÜLÜNCEYE KADAR ÖLME RİSKİMİZİ AZALTMIŞ VE BİZE YAPILACAK İLK YARDIMDA KARŞI TARAFA KOLAYLIK SAĞLAMIŞ OLURUZ.HAYATTA KALMA SÜREMİZ DE ARTMIŞ OLACAKTIR.
BUNUN İÇİN KALP KRİZİNİ YAŞAMAYA BAŞLADIĞINIZI ANLADIĞINIZ ANDA LÜTFEN DERİN DERİN ÖKSÜRÜN.BU BİLGİYİ DE İLETEBİLDİĞİNİZ HERKESE İLETMEYE ÇALIŞIN.

Atatürk'ün İslam Hakkındaki Düşünceleri

Bazı kesimler Atatürk'e dinsiz diyorlar.İşte onlara Atamızdan güzel bir cevap:

"Din insanların gıdasıdır.Dinsiz adam boş bir eve benzer.Dinlerin en sonuncusu en mükemmel olanıdır.
İslam dini hepsinden üstündür.H.Z Muhammed (sav) ise hak peygamberidir.Onun peygamberliğinin en kuvvetli delili ise Bedir Savaşıdır.Bu savaşı kazanmak fani insanların işi değildir.
Milletimiz din ve dil gibi iki fazilete maliktir.Bu faziletleri hiç bir kuvvet milletimizin kalp ve vicdanından çekip alamamıştır ve alamaz da.
Benim en çok sevdiğm sure Yasin suresidr onu sık sık okurum.İlahi öğütler Kur'an'ın içindedir,hz. Peygamber'in
sözlerinde ve hareketlerindedir.Biz Kur'an'ı duvara asmışız ancak tören olarak okuyoruz.Vaazlarda da,din derslerinde de
mukabelelerde de,ölülerin ruhları içinde onu hep musiki ile duygulanmak için okuyoruz.Aklımızla anlayıp davranış geliştirmek
için ise başkalarının bize anlattıklarına bağlanıyoruz.Çok yazık.

İslam dinine bağlı olmaktan gurur duyuyorum."

GAZİ MUSTAFA KEMAL ATATÜRK

Kültür ve Bilim

Kültürün tanımı

Türkiye Cumhuriyeti'nin temeli kültürdür. Bu sözü burada ayrıca açıklamaya gerek görmüyorum. Çünkü bu, Türkiye Cumhuriyeti'nin okullarında birçok nedenlerle eser halinde belirlenmiştir.

Kültür okumak, anlamak, görebilmek, görebildiğinden anlam çıkarmak, uyanık davranmak, düşünmek, zekâyı eğitmektir. Yine insan enerjisiyle ve fakat doğanın ona ilgi gösterildikçe tükenmez yardımıyla, yükselen, genişleyen insan zekâsı, sınırsız kavrayış anlamında "insanım" diyen bir özel nitelik kazanır.

İnsan, hareket ve faaliyetin, yani dinamizmin ifadesidir.Bu böyle olunca kültür, yukarıda işaret ettiğimiz insanlık niteliğinde insan olabilmek için bir temel unsurdur. Bunu kısaca açıklayalım: Kültür, doğanın yüksek verimleriyle mutlu olmaktır. Bu ifade içinde çok şey saklıdır. Temizlik, saflık, yükseklik, insanlık vb. Bunların hepsi insanlık niteliklerindendir. İşte kültür kelimesini mastar* şekline soktuğumuz zaman, doğanın insanlara verdiği yüksek nitelikleri kendi çocuklarına, torunlarına ve geleceğine vermesi demektir. Buraya kadar anlatmak istediğimiz, bugünkü Türkiye Cumhuriyeti çocukları kültürel insanlardır. Yani, hem kendileri kültür sahibidirler, hem de bu özelliği çevrelerine ve bütün Türk milletine yaymakta olduklarına inanmaktadırlar.
1936 (Afetinan, Atatürk Hakkında H.B., s. 261-262)

Millî kültürün önemi

Şimdiye kadar izlenen öğretim ve eğitim yöntemlerinin milletimizin gerileme tarihinde en önemli bir sebep olduğu inancındayım. Bunun için bir millî eğitim programından söz ederken, eski dönemin hurafelerinden ve doğuştan var olan özelliklerimizle hiç de ilişkisi olmayan yabancı fikirlerden, doğudan ve batıdan gelebilen bütün etkilerden tamamen uzak, millî ve tarihî karakterimizle orantılı bir kültür kastediyorum. Çünkü millî dehamızın tam gelişmesi, ancak böyle bir kültür ile temin olunabilir. Gelişigüzel bir yabancı kültürü, şimdiye kadar izlenen yabancı kültürlerin yıkıcı sonuçlarını tekrar ettirebilir. Kültür, zeminle orantılıdır. O zemin, milletin karakteridir.
1921 (Atatürk'ün S.D. 11, s. 16-17)

Milletimizin dehasının gelişmesi ve bu sayede lâyık olduğu uygarlık düzeyine ulaşması, şüphesiz ki yüksek meslekler sahiplerini yetiştirmekle ve millî kültürümüzü yükseltmekle mümkündür.
1922 (Atatürk'ün S.D.I, s. 224)

1922 yılında İstanbul Darülfünunu Edebiyat Fakültesi fahrî profesörlüğüne seçilmesi nedeniyle, ilgili fakültenin Profesörler Kurulu'na gönderdiği teşekkür telgrafı:

Türk kültürünün odağı olan fakültenizin fahrî profesörlüğüne seçilmemden dolayı meclisinize teşekkür ederim. Eminim ki, millî bağımsızlığımızı bilim alanınızda fakülteniz tamamlayacaktır. Bu şerefli gelişmenin oluşmasını üstlenen kurulunuz arasında bulunmak bence övünç nedenidir.
1922 (Atatürk'ün S.D.V, s.139)

1923 yılında İstanbul Darülfünunu Edebiyat Fakültesi tarafından kendisine profesörlük rütbesi verilmesi nedeniyle ilgili fakültenin Profesörler Kurulu Başkanlığı'na gönderdiği teşekkür telgrafından:

Millî bağımsızlık, millî kültür ile eş olması nedeniyle bulunmakta olduğunuz öğretim kürsülerinde memleketin siz bilim adamları da hiç şüphesiz aynı çaba ve savaşın kahramanlarısınız. Bu nedenle değerli hizmetlerinizin daima artıcı ve verimli başarılarla devamını ve yükselmesini temenni eder ve bana verdiğiniz fahrî profesörlüğü içten övünç nedeni ve bir yüksek rütbe olarak kabul ettiğimi tekrar teşekkürlerimle beraber saygı ile bildiririm efendim.
1923 (Atatürk'ün S.D.V, s.146-147)


Millî kültürü yükseltmek

Kitap yazma ve çeviri işleri, millî egemenliğin dayanağı ve millî kültürün en önemli yayılma araçlarıdır.
1923 (Atatürk'ün S.D.I, s. 289)

Millî kültürün her çığırda açılarak yükselmesini, Türk Cumhuriyeti'nin temel dileği olarak temin edeceğiz.
1932 (Atatürk'ün S.D. I, s. 358)

-İşte memleketi kurtardınız. Şimdi ne yapmak istersiniz? sorusuna verdiği cevap :

-Millî Eğitim Bakanı olarak millî kültürü yükseltmeye çalışmak, en büyük emelimdir.
1923 (Tarih IV, Türkiye Cumhuriyeti, Haz: T.T.T.C, 1931, s. 247)

Millî kültürümüzü, çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkaracağız.
1933 (Atatürk'ün S.D.II, s.272)

Halkevleri hakkında

Partimizin, Halkevleri ile bütün yurttaşlara kucağını açması, vatanda sosyal ve kültürel bir devrim yaptı.
1935 (Atatürk'ün S.D.I, s.368)

Halkevlerinin 6. kuruluş yıldönümü nedeniyle İçişleri Bakanı ve C.H.P. Genel Sekreteri Şükrü Kaya'ya çektiği telgraf:

Kültür alanındaki gelişmemizde önemli bir görev gören halkevlerinin yıldönümü nedeniyle gönderdiğiniz telgraftan çok duygulandım. Teşekkür eder ve halkevlerine bilinçli ve ışıklı çalışmalarında başarılar dilerim.
1938 (Atatürk'ün S.D.V, s.197)


Yazı Hakkında

Atatürk tarafından yazdırılmış bir nottan:

Yazı: Bunda insan zekâsının inkâr kabul etmez gerçeğini görmemek mümkün değildir. Yazı, bu Türk kelimesi şu anlamı işaret eder: Her şey, özellikle bir şey! O da, insan zekâsının, düşüncesinin, kafasındaki geniş parlaklığın, o zekâ parlaklığının bütün buluş ve görüşlerinin, yapışlarının ifadesine yarayan bir şeydir. Şimdi dünya bilginleri yazıdan söz ettikleri zaman bununla Grek, Lâtin, Finike ve benzerleri harflerini ve bunlarla yazılmış olan çok eski eserleri amaçlarlar. Bu amaçlama şüphesiz doğrudur; ancak, sayılan türlü isimlerden evvel, isimli veya isimsiz yazılar yok mudur? Sümer'in, Hati'nin, Mısır'ın, onlardan daha çok eski olduğu bugün bilinen ve görülen Uygur'un, Maya'nın yazıları, tarihsel diye kaleleştirilen tarih çerçevesi dışında bırakılabilir mi? Bu yazılarla Orhon yazılan, dar kafalı tarihçilerin yaratmaya çalıştıkları yüksek kale bedenlerini onların kafalarına yıkmak için birer kale ve ayakta duran pek canlı kuvvet ve kudret ifade eden birer yazı anıtları değil midir?
1937 (Cevat Abbas Gürer, Yeni Sabah, 9.2.1941)


Fikir Hazırlıkları

Fikir hazırlıkları, seferberlikte asker toplamak için olduğu gibi davul zurna ile temin edilemez. Fikir hazırlıklarında gösterişsiz çalışmak, kendini silmek, karşısındakinde samimî bir inanç doğurmak gerekir.
1919 (Falih Rıfkı Atay, Atatürk'ün BA., s. 97)


fikrin gücü

Fikirler zor ve şiddetle, top ve tüfekle asla öldürülemez!
1922 (Atatürk'ün R.Y.G.S., s. 135-136)

Bütün ilerlemeler, insan fikrinin eseridir. Fikri harekete getirmek, birinci işimiz olmalıdır. Bir kere millet benliğine hâkim olsun ve düşünebilsin, yeter! Başlangıçta hatalı düşünse de, az zaman sonra bu hatayı düzeltebilir. Fikir bir kere faaliyete başladı mı, her şey yavaş yavaş düzene girer ve düzelir. Fikrin serbest hareketi ise, ancak bireyin düşündüğünü serbest olarak söylemek, yazmak ve verdiği karara göre her türlü girişimde bulunmak serbestisine sahip olmakla mümkündür.
(Kılıç Ali, Atatürk'ün Hususiyetleri, 1955, s. 64)


En büyük gerçekler ve ilerlemeler, fikirlerin serbest ortaya konması ve karşılıklı tartışılması ile meydana çıkar ve yükselir.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K. Atatürk'ün El Yazıları, s. 473)

Büyük olaylar, fikirlerde büyük devrimler yapar.
1922 (Atatürk'ün S.D. II, s. 28)

Fikir akımları, zor ve şiddet ve kuvvetle reddedilemez;
tam tersine kuvvetlendirilir. Buna karşı en etkili çare, gelen fikir akımına, karşı fikir akımı vermek, fikri fikirle karşılamaktır.
1921 (G.C.Z., cilt: I, s. 333)

Tartışmada kural

Bir sorunun tartışmasına katılan kimse düşündüğünü, görüşünü açık söylemeli, yaptıklarını da kendi adına yapmalı, yaptığının sorumluluğunu da kendi üzerine almalıdır.
1935 (Abdülkadir İnan, İki Hatıra, Türk Dili Dergisi, TDK, Sayı: 74, 1957)

Her tartışma, bir taktik sorunudur. Ortaya bir fikir atan, ileri sürülecek karşı fikirleri önceden kestirerek ona göre her cepheden hazırlanmalıdır.
(Nuri Ardıç, Hatıralar, Görüşler Adana Halkevi Dergisi,Sayı : 13 - 14, 1939)


Gerçeği bilmek

Biz bilgisiz dediğimiz zaman kesinlikle okulda okumamış olanları amaçlamıyoruz. Amaçladığımız bilim, gerçeği bilmektir. Yoksa okumuş olanlardan en büyük bilgisizler çıktığı gibi, hiç okumak bilmeyenlerden de gerçeği gören gerçek bilginler çıkar.
1923 (Atatürk'ün S.D.II, s. 132)

Sağduyunun, akıl, mantık ve bilginin üstünde önemi olduğunu takdir etmek yalancı bilginlerin işine gelmez.
1925 (Atatürk'ün S.D.11, s.213)


Bilgisizlik ve sonuçları

Milleti yüzyıllarca başkasının tutku ve faydalanma aracı yapan en büyük düşmanı, bilgisizliktir; milleti yüzyıllarca kendi benliğine sahip yapmayan, milleti yüzyıllarca kendi hakkında olup bitenden habersiz bulunduran hep bu bilgisizliktir. Hükümdarların, şunun, bunun milleti tutsak gibi, köle gibi kullanmaları, bütün vatanı kendi özel toprakları gibi saymaları, hep milletin bu bilgisizliğinden yararlanılmak sayesinde idi. Gerçek kurtuluşu istiyorsak her şeyden evvel, bütün kuvvetimiz, bütün hızımızla bu bilgisizliği yok etmek zorunluğundayız. Burada bilgisizliği yalnız okuyup yazmak anlamına almıyoruz. Üç buçuk, dört yıl evvel, kendisini tutsaklık ve ölüme boyun eğmesi hakkında hükümdarının verdiği emirlere, yayınladığı fetvalara, gönderdiği ordulara karşı ayaklanmakla bu bilgisizliği yırttığını ve bu bilmezlikten sıyrıldığını kanıtladı. Gerekir ki, millet bir daha o bilmezliğe düşmesin! Hepimize düşen görev, beyinleri bir daha bu bilgisizliğe düşmemek için hazırlamaktır; bunu yapmak için akıl, mantık ve din açısından hiçbir güçlük düşünülmüş değildir. Bu yolda önümüze herhangi bir engel çıkarsa, doğru bildiğimiz yolda herhangi bir kara kaya meydana gelirse derhal o engeli yıkmak, o kayayı parçalamak, memleketin şerefini, namusunu, yaşamını düşünenler için borçtur, zorunluluktur, ilâhî emirdir.
1923 (M.E.İ.S.D.I, s. 15)

Memleketimizde bilgisizlik varsa geneldir, yalnız kadınlarımıza değil, erkeklerimize de aittir.
1923 (Atatürk'ün S.D. II, s. 87)

Kitap sevgisi

1933 yılbaşı gecesi, yeni yıl armağanı olarak Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip tarafından kendisine 3 kitap sunulması üzerine söyledikleri:

Bu anda duyduğum mutluluk büyüktür. Değerli Millî Eğitim Bakanımızın bu armağanından dolayı teşekkür ederim. Kendisinden ve diğer bakanlarımızdan her an böyle armağanlar beklerim. Bakan Bey'in önemsiz dedikleri bu armağan gerçekte çok değerlidir.
1933 (Hakimiyeti Milliye gazetesi, 2. 1. 1933)

Bilim anlayışı ve yöntem

Bilim çeviri ile olmaz, incelemekle olur.
1932 (Melâhat Özgü, Sümerbank Dergisi, Cilt: 3, Sayı: 29, 1963, s. 167)

Her işin esas hedefine kısa ve kestirme yoldan varmak arzuya değer olmakla beraber, yolun akla uygun, mantıklı ve özellikle bilimsel olması şarttır.
1931 (Uluğ İğdemir, Sümerbank Dergisi, Cilt: 3, Sayı: 29, 1963, s. 184)

Biz daima gerçek arayan ve onu buldukça ve bulduğumuza inandıkça ifadeye cesaret eden adamlar olmalıyız.
1931 (Uluğ İğdemir, Sümerbank Dergisi, Cilt: 3, Sayı: 29, 1963, s. 184)

Hiçbir yargıyı kendiniz, kendi bilginize ve inanınıza vurmadan, filân veya falan Avrupalı yazar söylemiş diye, hemen benimsemeyiniz. Onların, hele biz Türkler, bizim dilimiz ve tarihimiz üzerindeki yargıları çok kere yanlış bellenmiş esaslara dayandığını görüyorsunuz.
(İbrahim Necmi Dilmen, TDK. Yıllık, 1943, s. 31)

Her şeyden evvel, kendinizin dikkat ve itina ile seçeceğiniz belgelere dayanınız. Bu belgeler üzerinde yapacağınız incelemelerde, her şeyden ve herkesten evvel kendi gücünüzü ve millî süzgecinizi kullanınız.
(İslâm Ansiklopedisi, 10. Cüz, s. 787)

İş bölümü, maddî işlerde olduğu gibi fikrî, siyasî, idarî işlerde de çoğalmıştır. Meselâ bilim, her biri bir konu ve yönteme sahip bir çok kısımlara ayrıldı. Bir adamın bir bilimi bütünüyle kavramasına imkân kalmadı.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K. Atatürk'ün El Yazılan, s. 519 - 520)


En gerçek yol gösterici

Dünyada her şey için, maddiyat için, maneviyat için, yaşam için, başarı için en gerçek yol gösterici bilimdir, tekniktir. Bilim ve tekniğin dışında kılavuz aramak dalgınlıktır, bilgisizliktir, doğru yoldan sapmaktır. Yalnız, bilimin ve tekniğin yaşadığımız her dakikadaki evrelerinin gelişmesini kavramak ve ilerlemelerini zamanında izlemek şarttır. Bin, iki bin, binlerce yıl önceki bilim ve teknik dilinin çizdiği kuralları, şu kadar bin yıl sonra bugün, aynen uygulamaya kalkışmak, elbette bilim ve tekniğin içinde bulunmak değildir.
1924 (Atatürk'ün MA.D., s. 19; M.E.İS.D.I, s. 21)

Bundan sonra memleketimizi kesin kurtuluşa kavuşturmak için pek kuvvetli ve esaslı önlemler almak gerekir. Bu önlemlerin en önemlisi ve en birincisi bilim ve kültürdür.
1923 (Atatürk'ün S.D.II, s.72)

Türk milletinin yürümekte olduğu ilerleme ve uygarlık
yolunda, elinde ve kafasında tuttuğu meş'ale, pozitif bilimdir.
1933 (Atatürk'ün S.D.II, s. 275)


Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu

Başlarında kıymetli Millî Eğitim Bakanımız bulunan Türk Tarih Kurumu ile Türk Dil Kurumu'nun, her gün yeni gerçeklik ufukları açan, ciddî ve devamlı çalışmalarını takdirle anmak isterim. Bu iki ulusal kurumun, tarihimizin ve dilimizin, karanlıklar içinde unutulmuş derinliklerini, dünya kültüründeki analıklarını, reddolunamaz bilimsel belgelerle ortaya koydukça, yalnız Türk milleti için değil ve fakat bütün bilim âlemi için, dikkat ve ilgi çeken, kutsal bir görev yapmakta olduklarını güvenle söyleyebilirim. Bu ulusal kurumların az zaman içinde, ulusal akademiler halini almasını temenni ederim. Bunun için, çalışkan tarih ve dil bilginlerimizin, dünya bilim alemince tanınacak, orjinal eserlerini görmekle mutlu olmanızı dilerim.
1936 (Atatürk'ün S.D.I, s. 373)

Türk Tarih ve Dil Kurumlarının, Türk millî varlığını aydınlatan çok değerli ve önemli birer bilim kurumu niteliğini aldığını görmek, hepimizi sevindirici bir olaydır. Tarih Kurumu, yaptığı kongre, kurduğu sergi, yurt içindeki kazılar, ortaya çıkardığı eserlerle şimdiden bütün bilim dünyasına kültürel görevini yapmaya başlamış bulunuyor.
1937 (Atatürk'ün S.D.l, s.386)

Türk Tarih ve Dil Kurumlarının çalışmaları takdire değer kıymet ve nitelik göstermektedir. Tarih tezimizi reddedilmez kanıt ve belgelerle bilim dünyasına tanıtan Tarih
Kurumu, memleketin çeşitli yerlerinde yeniden kazılar yaptırmış ve uluslararası toplantılara başarıyla katılarak verdiği bildirilerle yabancı uzmanların ilgi ve takdirlerini kazanmıştır. Dil Kurumu en güzel ve verimli bir iş olarak türlü bilimlere ait Türkçe terimleri belirlemiş ve bu şekilde dilimiz yabancı dillerin etkisinden kurtulma yolunda esaslı adımını atmıştır.
1938 (Atatürk'ün S.D.I, s.395)


Devlet Konservatuarı'nın kuruluşu

Ankara'da bir Konservatuvar ve bir Temsil Akademisi kurulmakta olduğunu söylemek, benim için bir zevktir.
1936 (Atatürk'ün S.D.l, s.373)

Evkaf işleri

Evkaf işlerini vatan için yararlı olacak bir şekilde düzenlemek ve düzeltmek, barış döneminin en önemli çalışmalarından birini oluşturacağından eminim.
1923 (Atatürk'ün S.D. V, s.142)


Arkeoloji ve antropoloji hakkında

Doğada, bilirsiniz ki, hiçbir şey yok olmaz. Ne bir ses, ne bir söz, ne bir hareket.. Olduğu çağ ne kadar eski veya yeni olursa olsun, bütün bu oluşlar, oldukları anda gibi doğa içindedir. Bu dalgalanmada, zaman ve uzaklık kavramı yoktur. Bugün dünyanın herhangi bir köşesinde söylenen sözü veya yankı yapan hareketleri, yine dünyanın herhangi bir köşesinde aynı anda işitmek, dinlemek, kaydetmek mümkün olduğunu görüyoruz. Yarın, bizi saran doğa unsurları içinde, binlerce ve binlerce yıl evvel söylenmiş sözleri, olduğu gibi toplayıp tespit etmek imkânına elbette varılacaktır. Doğanın, bugün için esrar dolu sinesine gireceği kesin görülen insan zekâsı, beklenilen gerçekleri ortaya koyacaktır. Yine bu insan zekâsıdır ki, beklediğimiz sonucu elde etmemiş olmakla beraber, bugünkü araştırıcı zekâları tatmin edecek ve tarihi aydınlatacak yeni yöntemler ve bilimler bulmuştur.

İşte arkeoloji ve antropoloji, o bilimlerin başında gelir. Tarih, bu son bilimlerin bulduğu belgelere dayandıkça temelli olur. Tarihi bu belgelere dayanan milletlerdir ki, kendi aslını bulur ve tanır. İşte bizim tarihimiz, Türk tarihi, bu bilim belgelerine dayanır. Yeter ki bugünün aydın gençliği, bu belgeleri aracısız tanısın ve tanıtsın.
1936 (Afetinan, Atatürk Hakkında H.B., s. 232 -233)


Arkeoloji uzmanlarına gereksinim

Memleketimizin hemen her tarafında eşsiz defineler halinde yatmakta olan eski uygarlık eserlerinin, ilerde tarafımızdan meydana çıkarılarak bilimsel bir şekilde korunmaları ve sınıflandırılmaları ve geçen dönemlerin sürekli ihmali yüzünden pek harap bir hale gelmiş olan anıtların korunmaları için müze müdürlüklerinde ve kazı işlerinde kullanılmak üzere arkeoloji uzmanlarına kesin gerek vardır. Bunun için Millî Eğitim Bakanlığı'nca dışarıya öğrenime gönderilecek öğrencilerden bir kısmının bu dala ayrılması uygun olacağı fikrindeyim.
1931 (Mehmet Önder, Atatürk ve Müzeler, Halkevleri Dergisi I,Özel Sayı, 29.10.1966, s. 13)

Felsefenin tanımı

Felsefe, çölde sıcak kumlar içinde cayır cayır yanan, tutuşan, dili, damağı kuruyan gezginin, ufukta oluşan serabı su sanarak arkasından koşmaya benzer.
(Damar Arıkoğlu, Hatıralarım, s. 349)


Aydınlarımızın görevleri

Aydınların görevleri çok büyüktür. Hiçbir millet yoktur ki, ahlâk esaslarına dayanmadan yükselsin. Aydınlarımız, vatan ve millet fikirlerini vermekle beraber rakip milletlere karşı varlığın korunması için gereken hususları temin ederlerse görevlerini daha geniş şekilde yapmış olurlar.
1919 (Atatürk'ün S.D. II, s. 4)

Siz milliyetçi topluluk, halk ile konuştuğunuz zaman yüksek sesle söylemeyi unutmayınız. Yüksek ses, imanın ifadesi olduğu zaman etki yapmaktan uzak kalmaz. Yolunda çalıştığımız büyük ülküyü, halkın kalbinde bir fikir haline, bir duygu haline geçirmelisiniz. Demokrasinin ne olduğunu halka anlatmak, özellikle sizin görevinizdir. Birtakım kelimeler vardır ki, sık sık söylenildiği halde, hatta aydınlarımız arasında, onu tam olarak anlayan çok değildir. Halkçılığımızın ne olduğunu, esaslarının neden ibaret bulunduğunu, halkçıların halka karşı ne gibi görevler yüklenmek zorunluğunda kalacaklarını madde madde açıklamak gerekir. Cumhuriyeti, onun gereklerini yüksek sesle anlatınız. Cumhuriyet ilkelerini sevdiriniz. Bunu kalplere yerleştirmek için hiçbir fırsatı ihmal etmeyiniz.
1930 (Ayın Tarihi, Cilt: 24, Sayı: 82-83, 1931)


Aydınlarımız ve milleti tanımak

Bizim milletin, özellikle aydınlarımızın çok dikkatle, çok önemle göz önüne alacağı bir sebep vardır ve bence bu sebep şimdiye kadar ilerleyemeyişimizin, en son sırada kalışımızın unutmayalım memleketimizin baştan başa bir harabe oluşunun asıl sebebidir. Çöküşümüzün bu ana sebebini şu nokta oluşturuyor: İslâm âlemi iki sınıf ayrı topluluklardan meydana gelir.

Biri çoğunluğu oluşturan cahil halk, diğeri azınlığı oluşturan aydınlar. Bozuk düşünüş biçimi gösteren milletlerde büyük çoğunluk başka hedefe, aydın denen sınıf başka düşünüş biçimine sahiptir. Bu iki sınıf arasında tam bir karşıtlık, tam bir muhalefet vardır. Aydınlar, asıl kitleyi kendi hedefine yöneltmek ister; halk kitlesi ve avam ise bu aydın sınıfa uymak istemez. O da başka bir yön belirlemeye çalışır. Aydın sınıf telkinle, doğru yolu göstermekle çoğunluk kitlesini kendi amacına göre inandırmada başarılı olamayınca, başka yollara başvurur. Halka zorbalık etmeye ve kibirlenmeye başlar; halkı keyfe göre yönetim altında bulundurmaya kalkar. Artık, burada asıl çözümü gereken noktaya geldik.

Halkı ne birinci yöntem ile ne de zorbalık ve keyfî yönetim ile kendi hedefimize sürüklemeyi başaramadığımızı görüyoruz; neden? Bunda başarılı olmak için, aydın sınıfla halkın düşünüş biçimi ve hedefi arasında doğal bir uygunluk olması gerekir. Yani aydın sınıfın halka telkin edeceği ülküler, halkın ruh ve vicdanından alınmış olmalı. Halbuki bizde böyle mi olmuştur? O aydınların telkinleri milletimizin ruhunun derinliğinden alınmış ülküler midir? Şüphesiz hayır! Aydınlarımız içinde çok iyi düşünenler vardır. Fakat, genellikle şu hatamız da vardır ki, inceleme ve araştırmalarımıza temel olarak çok kere kendi memleketimizi, kendi tarihimizi, kendi geleneklerimizi, kendi özelliklerimizi ve gereksinimlerimizi almayız.

Aydınlarımız belki bütün dünyayı, bütün diğer milletleri tanır, ama kendimizi bilmeyiz. Aydınlarımız, milletimi en mutlu millet yapayım, der. Başka milletler nasıl olmuşsa onu da aynen öyle yapalım, der. Fakat düşünmeliyiz ki, böyle bir görüş hiçbir dönemde başarılı olmuş değildir. Bir millet için mutluluk olan bir şey, diğer millet için felâket olabilir. Aynı sebep ve şartlar, birini mutlu ettiği halde diğerini mutsuz edebilir. Onun için, bu millete gideceği yolu gösterirken dünyanın her türlü biliminden, buluşlarından, ilerlemelerinden yararlanalım; fakat unutmayalım ki, asıl temeli kendi içimizden çıkarmak zorunluğundayız.

Milletimizin tarihini, ruhunu, geleneklerini gerçek, sağlam, doğru bir gözle görmeliyiz. İtiraf edelim ki, hâlâ ve hâlâ aydınlarımızın gençleri arasında halk ve avama uygunluk kesin değildir. Memleketi kurtarmak için bu iki düşünüş biçimi arasındaki ayrılığı durdurmak, yürümeye başlamadan evvel bu iki düşünüş biçimi arasındaki uygunluğu temin etmek gerekir. Bunu niçin de biraz bilgisiz halk kitlesinin yürümesini hızlandırması, biraz da aydınların çok hızlı gitmesi gerekir. Fakat, halka yaklaşmak ve halkla kaynaşmak daha çok ve daha fazla aydınlara yönelen bir görevdir.

Gençlerimiz ve aydınlarımız, ne için yürüdüklerini ve ne yapacaklarını evvelâ kendi beyinlerinde iyice kararlaştırma-lı, onları halk tarafından iyice sindirilmesi ve kabulü mümkün bir hale getirmeli, onları ancak ondan sonra ortaya atmalıdır. Ben çok ümitliyim ki, gençlerimiz bunu yapacak derecede yetişkindir. Bizim halkımız çok temiz kalpli, çok yüce ruhlu, ilerlemeye çok yetenekli bir halktır. Bu halk, eğer bir defa karşısındaki kimselerin samimiyetle kendilerine hizmet ettiklerine inanırsa her türlü hareketi derhal kabule hazırdır. Bunun için gençlerin, her şeyden evvel millete güven vermesi gerekir.
1923 (Atatürk'ün S.D.II, s. 140-142)

Siyasal kavgaların çoğu sonuçsuzdur. Fakat, toplumsal çalışma her zaman için verimlidir. Bizim aydınlar buna çalışmalı. Neden Anadolu'ya gelip uğramazlar? Neden milletle doğrudan doğruya temasta bulunmazlar? Memleketi gezmeli, milleti tanımalı, eksiği nedir görüp göstermeli. Milleti sevmek böyle olur. Yoksa sözle sevgi fayda vermez!
1919 (Atatürk'ün S.D. III, s. 10)


Aydınlar ve Anadolu

Aydınlar, gidecekleri yörelerde başlı başına bir âlem yaratabilirler. Memleketin yalnız bir yerinde değil, beş on yerinde birer bilim merkezi, aydınlanma merkezi, kültür merkezi yapmalıyız, millet mutlu olsun!
1923 (İsmail Arar, Atatürk'ün İzmit Basın Toplantısı, s. 33)

Milliyetçilik,Milli Birlik ve Beraberlik

Türklük duygusu

Ne mutlu Türk'üm diyene!
1933 (Atatürk'ün S.D.H, s. 276)

Benim hayatta yegâne övüncüm, servetim Türklük'ten başka bir şey değildir.
(Mahmut Esat Bozkurt, Yakınlarından Hatıralar, 1955, s. 95)

Bana, insanlar üstünde bir doğuş yöneltmeğe kalkışmayınız. Doğuşumdaki tek olağanüstülük, Türk olarak dünyaya gelmemdir.
(Atatürk'ten B.H., s. 15)

Bu memleket tarihte Türk'tü, bugün de Türk'tür ve sonsuza dek Türk olarak yaşayacaktır.
1923 (Taha Toros, Atatürk'ün Adana Seyahatleri, s. 23; Atatürk'ün S.D.H, s. 126)

Türk! Övün, çalış, güven.
1934 (Afetinan, Atatürk Hakkında H.B., s. 304)

Türklük esastır. Bu varlığı, tarih içinde araştırmak, birbirini izleyen bir tarih zinciri içinde, belirlenecek Türk uygarlığı ile övünmek yerinde olur. Fakat, bu övünmeye lâyık olmak için, bugün çalışmak gerekir. Her alanda, özellikle uygarlık dünyasına eser vermek için çalışkan olmayı hedef
tutmalıdır.
1934 (Afetinan, Atatürk Hakkında H.B., s. 304)

Türk milleti, tarihinle övün; çünkü senin ataların uygarlıklar kuran, devletler, imparatorluklar yaratan bir varlıktır. Sen, Anadolu denilen bu yurda sonradan gelme değil, ilk yerleşip uygarlık kuranların çocuklarısın. Fakat geleceğine güvenebilmek için, bugün çalışman gerekir; çünkü yalnız tarih övüncü bir meziyet sayılmaz.
(Afetinan, Atatürk'ten Hâtıralar, 1950, s. 55 - 56)

Bir Türk, dünyaya bedeldir.
1925 (Mustafa Selim İmece, Atatürk'ün Ş.D.K. ve İS., s. 14)


Türk'ün tanımı

Atatürk 'e ait el yazısı metin :
Bu memleket, dünyanın beklemediği, asla ümit etmediği bir seçkin varlığın yüksek belirmesine, yüksek sahne oldu. Bu sahne 7 bin yıllık, en aşağı, bir Türk beşiğidir. Beşik, doğanın rüzgârlarıyla sallandı; beşiğin içindeki çocuk, doğanın yağmurlarıyla yıkandı; o çocuk doğanın şimşeklerinden, yıldırımlarından, kasırgalarından evvelâ korkar gibi oldu; sonra onlara alıştı; onları doğanın babası tanıdı; onların oğlu oldu. Bir gün o doğa çocuğu, doğa oldu; şimşek, yıldırım, güneş oldu; Türk oldu. Türk budur: Yıldırımdır, kasırgadır, dünyayı aydınlatan güneştir.
Türk'ün Tarifi (Hikmet Bayur'ım verdiği vesika), Millet Dergisi,Sayı: 116, 1948, s. 10-11)

İngiliz Ataşemiliteri Albay Ros'un "Siz hangi soylu ailedensiniz?" sorusuna verdiği cevap:
- Anasının ve babasının soyluluğuyla övünen Teodoz*, İtalya yarımadasına inmek isteyen Türk Attilâ**'ya barış görüşmesinden önce sormuş: "Siz hangi soylu ailedensiniz?" Attilâ da ona cevap vermiş: "Ben soylu bir milletin evlâdıyım!" îşte benim cevabım da size budur!
(Ruşen Eşref Onaydın, Atatürk T. ve D.K.H., s. 54)


Türk'ün soyluluğu

Türk'ün göreneğinde, beyzadelik geleneği yerleşmemiştir. Türk, Türk olduğu için soyludur. Bu Anadolu'nun en ücra köyündeki Mehmetçik, vaktiyle dünyanın yarısını titretmiş bir sınır beyinin soyu olabilir; ama, bundan dolayı hiçbir iddiası yoktur. Çoğumuz, büyük babamızın babasını
hatırlayamayız. Bütün soy gururumuzu, Türk olmanın içinde buluruz. İşte onun içindir ki cumhuriyet, Türk'ün en doğal yönetim şeklidir.
(Atatürk'ten B.H., s. 69)

Türk milleti büyük bir aslandır. Biz hepimiz onun tüyleri arasına sıkışmış ve sığınmış göz ile görülmez küçük varlıklarız. O aslanın büyük hareketleri ve atılımları ise devrim hareketleri ve atılımlarıdır. Bu aslanı harekete geçirebilmek... İşte, bizim için övünülebilecek rol budur.
1931 (Asım Us, Hatıra Notları, s. 322)


Türk'ün manevî gücü

Ben batı milletlerini, bütün dünyanın milletlerini tanırım. Fransızları tanırım, Almanları, Rusları ve bütün dünyanın milletlerini şahsen tanırım ve bu tanışmam da savaş
alanlarında olmuştur, ateş altında olmuştur, ölüm karşısında olmuştur. Yemin ederek size güven veririm ki, bizim milletimizin manevî kuvveti bütün milletlerin manevî kuvvetinin üstündedir. 7920 (Atatürk'ün S.D.l, s. 81)


Türk'ün kahramanlığı

Türk milleti güzel her şeyi, her uygar şeyi, her yüksek şeyi sever, takdir eder. Fakat kesindir ki, her şeyin üstünde tapındığı bir şey varsa, o da kahramanlıktır. Bu sözlerim, şüphesiz bugünkü uyanık Türk gençliğinin kulaklarında yüksek ve etkili yankılar yapacaktır. Yüksek özelliklerine önemle baktığım Türk çocuklarından daha az şey istemem.
1931 (Atatürk'ün S.D.UI, s. 91)

Yugoslovya Baş bakanı'na söylemiştir : Benim bir işaretimle bütün Türkler sınırlarda ölmeye hazırdır; bizim sınırlarımızda ve sizin sınırlarınızda...
1937 (Asım Us, Hatıra Notları, s. 153)


Türk'ün çalışkanlığı

Bizim başka milletlerden hiçbir eksiğimiz yok. Cesuruz, zekiyiz, çalışkanız, yüksek amaçlar uğrunda ölmesini biliriz.
(Makbule Atadan Anlatıyor, Nükte Fıkra ve Çizgilerle Atatürk İH, Der: NA. Banoğlu, s. 79)

Türk'e olumlu ve iyi bir şey veriniz; bunu reddetmesi olasılığı yoktur.
1924 (Raşit Metel, Atatürk ve Donanma, s.87)


Türk'ün insanlığı

Hiçbir millet, milletimizden daha fazla yabancı unsurların inanç ve âdetlerine saygı göstermemiştir. Hattâ denilebilir ki, diğer din sahiplerinin dinine ve milliyetine saygı gösteren tek millet bizim milletimizdir.

Fatih İstanbul'da bulduğu dinî ve millî örgütü olduğu gibi bıraktı. Rum patriği*, Bulgar eksarhı** ve Ermeni kategigosu*** gibi Hıristiyan din reisleri ayrıcalığa sahip oldu. Kendilerine her türlü serbestlik verildi. İstanbul'un fethinden beri, Müslüman olmayanların elde ettikleri bu geniş ayrıcalıklar, milletimizin din ve siyaset bakımından dünyanın en güçlük çıkarmayıcı ve yüce gönüllü bir milleti olduğunu gösterir en belirgin kanıttır.
1920 (Nutuk, III, s. 1183)

Hükümetimizin ve milletimizin, Hıristiyan unsurlara karşı adaletli bir şekilde hareket etmekliğimiz, geleneklerimiz ve dinimiz gereklerindendir. Ve gerçekten Hıristiyanlara adaletli davranıldığına en büyük kanıt, memleketimizin her noktasında en ufak köyünde bile Hristiyan unsurların Müslümanlardan daha fazla huzur ve refaha ve servete sahip olmalarıdır. Eğer bunlar hakkında zulüm ile, malını zorla ve hile ile alarak adaletsiz davranılsaydı elbette bugünkü hal ve durumda bulunmamaları gerekirdi. Bu nedenle, bunun için başka bir kanıt ve sebep söylemeye gerek görmüyorum. Fakat bu Hıristiyan unsurların dışarının kışkırtmalarıyla veya ekmeğini yediği toprağa nankörlük ederek millî varlığımızı zedelemek, bozmak girişimlerinde bulunacakların fenalıklarına engel olmak, pek doğal ve gereklidir. Bugün en büyük, ne kuvvetli ve en uygar milletlerin bu gibi sorunlarda bize oranla pek sert ve zorlayıcı davranışlara girişmekte olduğu herkesçe bilinmektedir.
1921 (Atatürk'ün S.D.l, s. 179)

Memleketimizde yaşayan Müslüman olmayan unsurların başına ne gelmiş ise, kendilerinin yabancı entrikalarına kapılarak ve ayrıcalıklarını kötüye kullanarak saygısızcasına izledikleri ayrılma siyaseti sonucudur.
1919 (Atatürk'ün S.D.1I, s. 9)


Türklük bilinci ve ülkedeki gelişimi

14 Eylül 1931 günü Dolmabahçe Sarayı balkonunda bir sohbet sırasında anlatmıştır :
Bizim kuşağın gençlik yıllarına Osmanlılık telkin ve etkileri hâkimdi. İmparatorluk halkını meydana getiren Türk'ten başka uluslara, bu arada yanlış bir din anlayışıyla Arap'lara, sarayın, ordu ve devlet ileri gelenleri arasında bulunan ırkdaşlarının etkisiyle Arnavut'lara özel bir değer veriliyor, onlardan söz edilirken "kavm-i necib" deyimi ile sıfatlandırılarak bu duygunun belirtilmesine çalışılıyor, memleketin sahibi ve devletin kurucusu olan biz Türk'ler, ikinci plânda gelen önemsiz halk yığınları sayılıyordu.

Şair Mehmet Emin Yurdakul'un, ilk defa Manastır Askerî İdadisi'nde öğrenci iken okuduğum "Ben bir Türk'üm, dinim, cinsim uludur" mısraıyla başlayan şiirinde, bana ulusal benliğimin gururunu tattıran ilk anlatımı bulmuştum. Fakat ben asıl bunu, orduya katıldığım ilk günlerde, bir Anadolu çocuğunun gözyaşlarında gördüm ve kuvvetle duydum. Ondan sonra Türklük, benim en derin güven kaynağım, en engin övünç dayanağım oldu. Kendimi hiçbir zaman Osmanlılığın telkin ettiği başka ulusları öven ve Türklüğü aşağı gören eksiklik duygusuna kaptırmadım.

Bakınız nasıl oldu? Kurmaylık stajı için verildiğim* süvari alayı, Hayfa'da bulunuyordu. Kışla ile deniz arasında geniş bir talim alanı vardı ve piyade acemi eğitim dönemi yeni başlamıştı. Erleri bölgeden toplanmış Arap gençlerinden, öğretici kadro da deneyimli ve Anadolu'lu kıta çavuşları olan Türk delikanlılarından kurulu idi. Katıldığım bölüğün alaydan yetişmiş, Makedonya Türklerinden, ileri yaşlı bir yüzbaşısı vardı.

Erlere çavuşlar talim yaptırıyor, biz subaylar arada dolaşarak çalışmaları izliyor ve denetliyorduk. Yüzbaşı, çavuşlarına karşı sert davranıyor, yeni erlere karşı ise fazla sevgi ve ilgi gösterir görünüyordu. Onların herhangi bir şekilde azarlanmasına, hırpalanmasına gönlü razı olmadığını ısrarla söylüyordu. Halbuki talimlerde, Türkçe bilmedikleri için, çavuşların söylediklerini iyi anlayamayan kimi erlerin yanlış hareketlerinin, zaman zaman çavuşların sabırlarını tükettiği, sertçe davranışlarına yol açtığı da oluyordu. Bir gün yüzbaşı, bu yolda hareketten kendini alıkoyamayan bir çavuşunu mimlemiş ve talimden dönüldükten sonra, birlikte oturduğumuz bölük komutanlığı odasına çağırtmıştı.

Takım komutanıyla birlikte gelerek yüzbaşısını saygıyla ve askerce selâmlayan çavuş, yirmi beş yaşlarında dinç ve yakışıklı, ince bıyıklı, elmacık kemikleri fazla kabarık, uyanık bir Türk çocuğu idi. Yüzbaşı, onu ulusal onurunu ağır şekilde hançerleyen "...Türk!" sözleriyle azarlamaya başlamıştı. "Sen nasıl olur da kavm-i necib-i Arab'a bağlı, Peygamberimiz Efendimiz'in mübarek soyundan olan bu çocuklara sert davranır, ağır söz söyler, onların kalbini kırarsın. Kendini bil, sen onların ayağına su bile dökmeye lâyık değilsin..." gibi gittikçe anlamsızlaşan, fakat yaşlı yüzbaşının samimî inancından kuvvet alan sözlerle hakaret ediyor, gittikçe asabileşiyordu. Ben dikkatle çavuşun yüz ifadesini izliyordum.

Başlangıçta üstünde bir babaya duyulan saygının içtenliği okunan çizgiler sertleşmeye, içten gelen haklı bir isyanın ateşleri gözlerinde okunmaya başlamıştı. Fakat, gerçekten emre uymanın simgesi olan her Türk askeri gibi bu da iç duygularını gemlemesini bildi.

Sessizce göz pınarlarından dökülmeye başlayan yaş damlaları, yanaklarında birbirini kovalayarak bıyıkları üstünde toplanıyor ve kendini böylece yatıştırmaya çalışıyordu. Ben, bir taraftan üzgün ve sinirli, bu sahneyi seyreder ve söylenenleri dinlerken, bir yandan da içimde bir isyan duygusu şahlanıyor ve şöyle düşünüyordum: "O erin bağlı olduğu ulus, bir çok bakımdan soyu temiz olabilirdi. Fakat çavuşun, yüzbaşının ve benim bağlı olduğumuz ulusun da tarihleri şerefle dolduran büyük ve soylu bir ulus olduğu da bir an şüphe götürmez bir gerçekti. Türklük hakkındaki o günkü görüş ise, doğrudan doğruya Türk aydınlarının kendi kendini bilmemesinden ve başka uluslarda şu veya bu sebeple üstünlük var sayarak, kendini onlardan aşağı görüp nefsine olan güveni yitirmesindendir. Artık bu yanlış görüşe son vermek, Türklüğümüzü bütün soyluluğu ile tanımak ve tanıtmak gerekmektedir" dedim ve o andan beri inandığım bu gerçeğe bütün Türklerin inanmasını, bununla övünüp kendine güvenmesini ülkü bildim.
1931 (Faik Reşit Unat, Ne Mutlu Türküm Diyene, Türk Dili Dergisi, Sayı: 146, Kasım 1963, s. 77-78)


Türk Ocakları hakkında

Bu gibi toplumsal ocaklar hep batı memleketlerinde yoğunlaşmıştır. Şimdi doğu, bu boşluğun cezasını çekmektedir. Türk Cumhuriyeti'nin devrimi ocaklara dayanmaktadır.
1925 (Atatürk'ün S.D.V, s.35)

30 Ağustos Zaferi'ni telgrafla kutlayan İstanbul Türk Ocağı Genel Sekreteri'ne verdiği cevap:
Yeni Türkiye'nin dayanağı olan millet ve milliyet fikrinin gelişmesi için yıllarca başarı ile telkinler ve yayınlarda bulunmuş olan Türk Ocağı'nın, Millî Zafer nedeniyle gönderdiği tebriklere teşekkür eder ve özel temennilerine katılırım.
1922 (Atatürk'ün T.T.B.TV, s.480)

Türk Ocakları'nı, Cumhuriyet Halk Partisi ile birleştirme karan hakkındaki demecinden:
Kuruluş tarihinden beri bilimsel alanda halkçılık ve milliyetçilik ilkelerini yaymaya ve duyurmaya bağlılıkla ve imanla çalışan ve bu yolda memnunluğu gerektiren hizmetleri geçmiş olan Türk Ocakları'nın, aynı esasları siyasal alanda ve uygulama alanında gerçekleştiren partimle bütün anlamıyla birlik olarak çalışmalarını uygun gördüm. Bu kararım ise, millî kuruluş hakkında duyduğum itimat ve güvenin ifadesidir. Aynı cinsten olan kuvvetler, ortak amaç yolunda birleşmelidir.
1931 (Atatürk'ün S.D.III, s.90)

Millî birlik ve beraberlik

Bir yurdun en değerli varlığı, yurttaşlar arasında ulusal birlik, iyi geçinme ve çalışkanlık duygu ve yeteneklerinin olgunluğudur. Ulus varlığını ve yurt erginliğini korumak için bütün yurttaşların canını ve her şeyini derhal ortaya koymaya karar vermiş olmak, bir ulusun en yenilmez silâhı ve korunma aracıdır. Bu sebeple, Türk ulusunun yönetiminde ve korunmasında ulusal birlik, ulusal duygu, ulusal kültür en yüksekte göz diktiğimiz ülküdür. Yüksek ve devrimci bir kültür düzeyine varmak için, önümüzdeki yıllarda daha çok emek vereceğiz. Pozitif bilimlerin temellerine dayanan, güzel sanatları seven, fikir eğitiminde yeteneği artmış ve yükselmiş olan erdemli, güçlü bir kuşak yetiştirmek, ana siyasamızın açık dileğidir.
1935 (Atatürk'ün T.T.B.TV, s. 573)

Ulusun, içerde birliğinin hem belli, hem denenmiş olması, gelecek için en büyük güvençtir.
1934 (Atatürk'ün S.D.I, s. 364)

Bugünkü Türk milleti siyasal ve sosyal topluluğu içinde kendilerine Kürtlük fikri, Çerkeslik fikri ve hatta Lazlık fikri veya Boşnaklık fikri propaganda edilmek istenmiş vatandaş ve millettaşlarımız vardır. Fakat geçmişin istibdat dönemleri ürünü olan bu yanlış adlandırmalar, -birkaç, düşman âleti gerici, beyinsizden başka hiçbir millet bireyi üzerinde üzüntüden başka bir etki yapmamıştır. Çünkü bu millet bireyleri de bütün Türk topluluğu gibi aynı ortak geçmişe, tarihe, ahlâka, hukuka sahip bulunuyorlar.

Bugün içimizde bulunan Hıristiyan, Musevî vatandaşlar, yazgı ve talihlerini Türk milletine vicdanî arzularıyla bağladıktan sonra kendilerine yan gözle, yabancı gözüyle bakılmak, uygar Türk milletinin soylu ahlâkından beklenebilir mi?
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K. Atatürk'ün El Yazılar, s. 376 - 378)

Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu, Trakyalı ve Makedonyalı, hep bir ırkın evlâtları, hep aynı cevherin damarlarıdır.
1932 (Cumhuriyet gazetesi, 5.10.1932; Kadri Kemal Kop, Atatürk Diyarbakır'da, s. 4)


Milli benlik

Dünyanın bize saygı göstermesini istiyorsak, evvelâ bizim kendi benliğimize ve milliyetimize bu saygıyı hissen,fikren, fiilen, bütün iş ve hareketlerimizle gösterelim .Bilelim ki, millî benliğini bulmayan milletler başka milletlerin avıdır.
1923 (Atatürk'ün S.D. 11, s. 143)

Şimdiye kadar pek çok milletler birçok darbelerle karşılaşmışlardır. Bu darbelerin sonucu iki manzara gösterir. Birincisi bu darbeler bir milletin benliğini, varlığını yok eder. İkincisi bu darbeler mevcut şekli yıksa bile esas unsuru ortadan kaldıramaz. Bu gibi darbelerle karşılaşan bir memlekette ikinci sonucun oluşması için o memleketin dayandığı milletin çok kuvvetli olması gerekir. İşte Türk milleti böyledir. Türk milleti karşılaştığı darbeler karşısında varlığını korumuştur. Gerçi dışarıdan gelen bu darbelerin sonuncusu Osmanlı Devleti'ni yıktı; fakat esas unsuru olan Türk milletini ortadan kaldıramadı. Türk milleti varlığını devam ettirebilmenin ne gibi sebep ve şartlara bağlı olduğunu takdir ederek onları hazırladı ve yeni bir devlet oluşturdu.
1923 (Atatürk'ün S.D.1I, s.93)

Milli varlığın savunulması

Millî varlığımıza düşman olanlarla dost olmayalım.Böylelerine karşı bir Türk şairi*nin dediği gibi: (Karşı duvardaki levhayı işaret ederek)
Türk'üm ve düşmanım sana, kalsam da bir kişi!diyelim. Düşmanlarımıza bu gerçeği ifade ettiğimiz gün,inancımıza, ülkümüze, geleceğimize yan bakan her bireyi düşman saydığımız gün, millî benliğe uzanacak her eli şiddetle kırdığımız, milletin önüne dikilecek her engeli derhal devirdiğimiz gün, gerçek kurtuluşa erişeceğiz. Ve sizler gibi aydın, kararlı, imanlı gençler sayesinde bu kurtuluşa ulaşacağımıza İnanabiliriz.
1923 (Atatürk'ün S.D.I1, s. 143)

Felâketler, elemler, mağlûbiyetler, milletler üzerinde birtakım etkenlerin oluşmasına sebep olur. Bu etkenlerin başlıcası, öyle kara günlerinden sonra milletlerin uyanması, ağırbaşlılığını kazanması ve kendi benliğini duymasıdır. Uzun yüzyılların elemli sonuçları, nihayet bizim milletimizde de bu duyguları doğurdu. Milletleri yükselten bu özelliklere bir etken daha ilâve edelim: İntikam hissi... Milletlerin kalbinde intikam hissi olmalı. Bu alelade bir intikam değil, yaşamına, yükselmesine, refahına düşman olanların zararlarını yok etmeye yönelen bir intikamdır. Bütün dünya bilmeli ki, karşımızda böyle bir düşman oldukça onu affetmek elimizden gelmez ve gelmeyecektir. Düşmana merhamet, acizlik ve zayıflıktır. Bu, insaniyet göstermek değil, insanlık özelliğinin yok oluşunu ilân etmektir.
1923 (Atatürk'ün s.D. 11, s. 117)

Yalnız mitingler ve benzeri gösteriler, büyük amaçları hiçbir zaman kurtaramaz ve ancak milletin bağrından gerçek olarak doğan ortak güce dayanırsa kurtarıcı olur.
1919 (Reşit Paşa'nın Hatıraları, s. 21)

Geçmişin kararsız, çürümüş düşünüş biçimi ölmüştür. Bütün dünya bilmelidir ki, Türk milleti hakkını, değerini, şerefini tanıtacak güce sahiptir. Türk vatanının bir karış toprağı için bütün millet bir vücut olarak ayağa kalkar. Onurunun bir zerresine, vatanının bir avuç toprağına olacak saldırının bütün varlığına vurulmuş darbe olacağını artık Türk milletinin fark etmediğini sanmak, hatadır.
1924 (Atatürk'ün S.D.V, s. 34)

Gelecekte, millet yaşamını tehdit edecek tehlikelere düşmemek için, ona göre şimdiden hazırlanmak ve çalışmak,vatanını seven bütün millet bireylerinin borcudur. Gerçekten, vatanımıza ve bağımsızlığımıza göz dikenlere yalnız askerlikçe üstün gelmek yeterli değildir. Memleketimiz hakkında istilâ emelleri besleyecek olanların her türlü ümitlerini kıracak şekilde siyaset, yönetim ve ekonomi bakımlarından kuvvetli olmak gerekir.
1922 (Atatürk'ün S.D.ll, s. 46)


Millî varlığın temeli

Yıllar geçtikçe, millî ülkü verimleri, güvenle çalışmada,ilerleme hevesinde, millî birlik ve millî irade şeklinde, daha iyi gözlere çarpmaktadır. Bu, bizim için çok önemlidir;çünkü, biz esasen millî varlığın temelini, millî bilinçte ve millî birlikte görmekteyiz.
1936 (Atatürk'ün S.D.I, s. 372)


Millî parola

Türk milletine, Türk Cumhuriyeti Devleti'ne karşı yapmağa mecbur olduğumuz ödevler bitmemiştir ve bitmeyecektir. Bu dünyadan göçerek Türk milletine veda edeceklerin çocuklarına, kendinden sonra yaşayacaklara, son sözü bu olmalıdır: "Benim Türk milletine, Türk toplumuna, Türklüğün geleceğine ait ödevlerim bitmemiştir, siz onları tamamlayacaksınız. Siz de sizden sonrakilere benim sözü mü tekrar ediniz." Bu sözler bir bireyin değil, bir Türk ulusu duygusunun ifadesidir. Bunu, her Türk bir parola gibi kendinden sonrakilere arasız tekrar etmekle son nefesini verecektir. Her Türk bireyinin son nefesi, Türk ulusunun nefesinin sönmeyeceğini, onun ölümsüz olduğunu göstermelidir. Yüksel Türk! Senin için yüksekliğin sınırı yoktur. İşte, parola budur!
1935 (Ulus gazetesi, 12.12.1935)

Millî ülkü

Türk milleti!
Kurtuluş Savaşı'na başladığımızın on beşinci yılındayız. Bugün, Cumhuriyetimizin onuncu yılını doldurduğu en büyük bayramdır.
Kutlu olsun!
Bu anda büyük Türk milletinin bir bireyi olarak, bu kutlu güne kavuşmanın en derin sevinci ve heyecanı içindeyim.
Yurttaşlarım!
Az zamanda çok ve büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü, temeli Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti'dir. Bundaki başarıyı Türk milletinin ve onun değerli ordusunun bir ve beraber olarak kararlı bir şekilde yürümesine borçluyuz. Fakat yaptıklarımızı asla yeterli göremeyiz. Çünkü daha çok ve daha büyük işler yapmak zorunluğunda ve kararındayız. Yurdumuzu dünyanın en bayındır ve en uygar memleketleri düzeyine çıkaracağız. Milletimizi en geniş refah araç ve kaynaklarına sahip kılacağız.

Millî kültürümüzü çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkaracağız.Bunun için bizce zaman ölçüsü, geçmiş yüzyılların gevşetici düşünüş biçimine göre değil, yüzyılımızın hız ve hareket kavramına göre düşünülmelidir. Geçen zamana oranla daha çok çalışacağız. Daha az zamanda daha büyük işler başaracağız. Bunda da başarılı olacağımıza şüphem yoktur. Çünkü Türk milletinin karakteri yüksektir. Türk milleti çalışkandır. Türk milleti zekidir. Çünkü Türk milleti millî birlik ve beraberlikle güçlükleri yenmesini bilmiştir. Ve çünkü Türk milletinin yürümekte olduğu ilerleme ve uygarlık yolunda elinde ve kafasında tuttuğu meş'ale pozitif bilimdir.

Şunu da önemle belirtmeliyim ki, yüksek bir insan topluluğu olan Türk milletinin tarihî bir niteliği de güzel sanatları sevmek ve onda yükselmektir. Bunun içindir ki, milletimizin yüksek karakterini, yorulmaz çalışkanlığını, doğuştan zekâsını, bilime bağlılığını, güzel sanatlara sevgisini, millî birlik duygusunu arasız ve her türlü araç ve önlemlerle besleyerek geliştirmek millî ülkümüzdür. Türk milletine çok yaraşan bu ülkü, onu bütün insanlığa gerçek huzurun temini yolunda kendine düşen uygar görevi yapmakta başarılı kılacaktır.

Büyük Türk milleti!

On beş yıldan beri giriştiğimiz işlerde başarı vadeden çok sözlerimi işittin. Bahtiyarım ki, bu sözlerimin hiçbirinde milletimin hakkımdaki itimadını sarsacak bir isabetsizliğe uğramadım.
Bugün aynı inan ve kesinlikle söylüyorum ki, millî ülküye tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milletinin büyük millet olduğunu, bütün uygar âlem az zamanda bir kere daha tanıyacaktır.
Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük uygar niteliği ve büyük uygar yeteneği, bundan sonraki gelişimiyle geleceğin yüksek uygarlık ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır.

Türk milleti!

Sonsuza akıp giden her on yılda bu büyük millet bayramını daha büyük şereflerle, mutluluklarla huzur ve refah içinde kutlamanı gönülden dilerim.
Ne mutlu Türk'üm diyene!
1933 (Hakimiyeti Milliye gazetesi, 30.10.1933; Atatürk'ün S.D.II, s. 272)

Ey Türk milleti! Sen yalnız kahramanlık ve savaşkanlık-ta değil, fikirde ve uygarlıkta da insanlığın şerefisin. Tarih, kurduğun uygarlıkların övgüleriyle doludur. Varlığına kasteden siyasî ve toplumsal etkenler birkaç yüzyıldır yolunu kesmiş, yürüyüşünü ağırlaştırmış olsa da, on bin yıllık fikir ve kültür mirası, ruhunda eskimemiş ve tükenmez bir güç halinde yaşıyor. Belleğinde binlerce ve binlerce yılın anısını taşıyan tarih, uygarlık safında lâyık olduğun yeri sana parmağıyla gösteriyor. Oraya yürü ve yüksel! Bu, senin için hem bir hak, hem de bir görevdir!
(Türk Tarihinin Ana Hatları, Methal Kısmı, 1931, s. 74)


Türk milletinin dinamik ülküsü

Büyük davamız, en uygar ve en bolluğa, rahata kavuşmuş millet olarak varlığımızı yükseltmektir. Bu, yalnız kurumlarında değil, düşüncelerinde temelli bir devrim yapmış olan büyük Türk milletinin dinamik ülküsüdür. Bu ülküyü, en kısa bir zamanda başarmak için, fikir ve hareketi beraber yürütmek zorunluğundayız. Bu girişimde basan, ancak, düzenli bir plânla ve en akılcı şekilde çalışmakla mümkün olabilir. Bu sebeple okuyup yazma bilmeyen tek vatandaş bırakmamak, memleketin büyük kalkınma savaşının ve yeni çatısının istediği teknik elemanları yetiştirmek; memleket davalarının ideolojisini anlayacak, anlatacak, kuşaktan kuşağa yaşatacak birey ve kurumları yaratmak; işte bu önemli ilkeleri en kısa zamanda sağlamak, Milli Eğitim Bakanlığı'nın üzerine aldığı büyük ve ağır zorunluklardır. İşaret ettiğim ilkeleri, Türk gençliğinin kafasında ve Türk milletinin bilincinde daima canlı bir halde tutmak, üniversitelerimize ve yüksek okullarımıza düşen başlıca görevdir.
1937 (Atatürk'ün S.D.I, s. 386)


Millî amaç ve çalışmak

Millî hedef belli olmuştur. Ona kavuşacak yolları bulmak güç değildir; önemli olan, çetin olan, o yollar üzerinde çalışmaktır. Denebilir ki, hiçbir şeye muhtaç değiliz, yalnız tek bir şeye çok gereksinmemiz vardır: Çalışkan olmak! Toplumsal hastalıklarımızı incelersek temel olarak bundan başka, bundan önemli bir hastalık bulamayız; hastalık budur. O halde ilk işimiz, bu hastalığı esaslı şekilde tedavi etmektir.Milleti çalışkan yapmaktır. Servet ve onun doğal sonucu
olan bolluk, rahatlık ve mutluluk, yalnız ve ancak çalışkanların hakkidir.
1923 (Atatürk'ün S.D.II, s. 59)

Büyük, kutsal hedefler, erişilemeyecek hedeflerdir. Bu sebeple herhangi bir hedefe erişmekle yetinmeyeceğiz. Sürekli olarak daha ilerisine varmak için çalışacağız.
1925 (Atatürk'ün S.D. II, s. 223)

Bugün milletçe hedefimiz, en uygar milletlerin gelişme düzeyine ulaşmak, hatta bu düzeyi aşmaktır. Bu asla imkânsız değildir. Türk'ün zekâsı, Türk'ün doğuştan nitelikleri buna elverişlidir. Yeter ki Türk milleti hedefini iyice seçsin ve bu hedefe varmaya kesin karar versin!
1932 (Âdile Ayda, Cumhuriyet gazetesi, 10. 11. 1963, s.4)

Yüzyılın bize verdiği dersten, milletimizin gereği kadar uyandığını görüyorum. Milletimizin özel nitelikleri, her işimizde başarımızın kefilidir. Başarımız, şüphesiz birlikte olacaktır. Eğer millet ortak amaca hep beraber çalışarak yürürse, kesinlikle başaracaktır. îşte bunları düşünerek gelecekteki çalışmamızda da başarılı olacağına inanıyorum.
1923 (Atatürk'ün S.D.II, s. 99)

Millî ülküye tam bir iman ve onun gereklerini duraksama göstermeksizin yerine getirmenin sonucu, elbette başarıdır.
1931 (Atatürk'ün S.D.I, s. 353)

18.7.1936 gecesi Atatürk tarafından yazdırılmıştır :

Türk çocuklarının payına düşen, her başarılı atılımdan hep sevinç veren sonuçlar almaktır. Türk çocukları! Yürüdünüz, yürüyorsunuz, yürüyünüz! Yaptığınız atılımlar sizi yüksek ülküye ulaştırmak üzeredir. Durmayın, yürüyün! Mutluluk, bolluk, rahatlık, sevinç ve hepsinden sonra dünyaya karşı yüksek bir gurur seni bekliyor. Türk çocukları! Son sözümün son kelimesine dikkat!... Gurur, büyüklük, sende zaten vardır; bunu gösterme! Onu, kendi yüksek enerjinin harimine sakla! Gerekirse, büyük alçakgönüllülüğünü göster. Fakat gene gerektikçe, göster ezici yumruğunu! İşte, bu niteliklerinle kanıtlayabilirsin ne olduğunu!.. Benim bugünkü ve yarınki Türk çocukluğundan beklediğim yaradılışından gelen özellik, bu şekilde belirmelidir.
1936 (Cevat Abbas Gürer, Cumhuriyet gazetesi, 10. 11. 1941)

Atatürk tarafından yazdırılmıştır :

Türkiye Cumhuriyeti'nin, özellikle bugünkü gençliğine ve yetişmekte olan çocuklarına sesleniyorum: Batı senden, Türk'ten çok geriydi. Mânada, fikirde, tarihte bu, böyleydi. Eğer bugün, Batı en sonunda teknikte bir yükselme gösteriyorsa, ey Türk çocuğu, o suç da senin değil, senden evvelkilerin affolunmaz ihmalinin bir sonucudur. Şunu da söyleyeyim ki, çok zekisin, malûm! Fakat zekânı unut, daima çalışkan ol!
1936 (Cevat Abbas Gürer, Cumhuriyet gazetesi, 10.11.1941)

Türk çocuklarının yüksek yeteneğine inancım tamdır.
1933 (Hakimiyeti Milliye gazetesi, 3. 11. 1933)


Millî ülkü düşmanları

Ülkümüzü açıkça ifade etmeliyiz. Onu imanla duymalı ve onu hiç yılmadan izlemeliyiz. Kişisel çıkarlarımızdan,insanı küçülten emellerimizden sıyrılmayı, ancak böyle canlı ve alevli ülkü sayesinde başaracağız. Fakat bütün iyi niyete, gösterilen bütün yılmazlığa, kararlılık ve dayanıklılığa, meydana getirilen bütün birlik ve beraberliğe rağmen,yine en güzel, en şaşmaz, en doğru düşünüş biçimlerini ve ülküleri bozmaya çalışacak insanlara tesadüf edilecektir.

Öylelerine karşı, bütün millet bireyleri çok sert karşılık vermelidir. Hepimiz için öylelerine karşı ezici bir birlik kitlesi şeklinde belirmemiz, en gerekli bir vicdanî zorunluktur. Zira bu hususta bozgunculuk yapacak insanlara hoşgörü ile davranmak, değer vermek, eğitim işareti değil, belki bir milletin mutluluğuna, şerefine, namusuna göz dikmiş insanlara göz yummadır ki, hiçbir zaman, hiçbir birey buna izin veremez. Hiç kimse buna izin vermek hakkına sahip değildir Ve Sizde olmamalısınız.
1923 (Atatürk'ün S.D./I, s. 142)


Milliyet ilkesi

Bir milletin, diğer milletlere oranla doğal veya kazanılmış özel karakterler sahibi olması, diğer milletlerden farklı bir yapı oluşturması, ekseriya onlardan ayrı olarak onlara paralel ilerleme ve gelişmeye çalışması niteliğine milliyet ilkesi denir.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K. Atatürk'ün El Yazıları, s. 24, 379-380)


Milliyet ilkesinin gücü

Biz, milliyet fikirlerini uygulamada çok gecikmiş ve çok ilgisizlik göstermiş bir milletiz. Bunun zararlarını fazla çalışma ile gidermeye çalışmalıyız. Bilirsiniz ki, milliyet kuramını, milliyet ülküsünü çözüp dağıtmaya çalışan kuramların dünya üzerinde uygulanma yeteneği bulunamamıştır. Çünkü tarih, olaylar, hâdiseler ve gözlemler insanlar ve milletler arasında, hep milliyetin egemen olduğunu göstermiştir ve milliyet ilkesi aleyhindeki büyük ölçüde gerçek denemelere rağmen yine milliyet duygusunun öldürülemediği ve yine kuvvetle yaşadığı görülmektedir.
1923 (Atatürk'ün S.D.II, 142-43)

Milletimiz en yüksek uygarlaşma derecesinde, en parlak gelişme basamağında, en şanlı ve kuvvetli döneminde iken,diğer birtakım milletler, ancak milletimizin darbeleri karşısında kendi benliklerini bularak o darbeleri geçirdikten sonra bugünkü durumlarına gelmiştir. Biz ise onlardaki uyanışa karşı, çok derin dalgınlıklar içinde kendini bırakıp gelmişizdir.
1923 (Atatürk'ün S.D. II, s. 138)

Çağdaş olan milliyet kuralı, uluslararası yaygınlaşmıştır.Biz de Türklüğümüzü korumak için, son derece özen göstereceğiz.
1930 (Atatürklün S.D.III, s.89)


Türk milliyetçiliğinin tanımı

Türk milliyetçiliği, ilerleme ve gelişme yolunda, milletlerarası ilişki ve yakınlaşmalarda, bütün çağdaş milletlere paralel ve onlarla uyum içinde yürümekle beraber, Türk toplumunun kendine özgü karakterlerini ve başlı başına bağımsız kimliğini saklı tutmaktır.
1930 (Afetinan, T.T.K. Belleten, Cilt: XXXII, No: 128, 1968, s. 557)


Milliyetçilik ve millî sınır

Memleketin, fikrî ve ekonomik gelişmeye, yüksek ilerleme alanı olmasına çalışmak ülkümüzdür. Fakat bu gelişmenin, uygar ve millî sınır dışında seyretmesini ilkelerimize uygun bulamayız. 1929 (Ayın Tarihi, Sayı: 68, 1929, s. 5024)


Türk milliyetçiliği ve cumhuriyet

Biz doğrudan doğruya milliyetçiyiz ve Türk milliyetçi-siyiz; cumhuriyetimizin dayanağı Türk topluluğudur. Bu topluluğun bireyleri ne kadar Türk kültürüyle dolu olursa, o topluluğa dayanan cumhuriyet de o kadar kuvvetli olur.
1926 (Atatürk'ün S.D.V, s. 114)


Milliyetçilik ve dil

Milliyetin çok belirgin niteliklerinden biri dildir. Türk milletindenim diyen insan, her şeyden evvel ve kesinlikle Türkçe konuşmalıdır. Türkçe konuşmayan bir insan Türk kültürüne, topluluğuna bağlılığını iddia ederse buna inanmak doğru olmaz.
1931 (Vakit gazetesi, 19.2.1931; Taha Toros,Atatürk'ün Adana Seyahatleri, s. 39)

Türk milletinin millî dili ve millî benliği, bütün yaşamında egemen ve esas kalacaklar.
1933 (Hakimiyeti Milliye gazetesi, 7.2.1933)


Millî duygu ve insanî duygu

Türk milleti, millî duyguyu dinî duyguyla değil, fakat insanî duyguyla yan yana düşünmekten zevk alır. Vicdanında millî duygunun yanında insanî duygunun şerefli yerini daima korumakla övünür. Çünkü Türk milleti bilir ki, bugün uygarlığın yolunda bağımsız ve fakat kendileriyle paralel yürüdüğü bütün uygar milletlerle karşılıklı insanî ve uygar ilişki, elbette gelişmemize devam için gereklidir ve yine bilinir ki Türk milleti, her uygar millet gibi, geçmişin bütün dönemlerinde buluşlarıyla, yaratılarıyla uygarlık âlemine hizmet etmiş insanların, milletlerin değerini takdir eder ve anılarını saygıyla korur. Türk milleti, insanlık âleminin samimî bir ailesidir.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K. Atatürk'ün El Yazılan, s. 369-370)

Gerçi bize milliyetçi derler. Fakat biz öyle milliyetçileriz ki, bizimle işbirliği eden bütün milletlere saygı gösterir ve uyarız. Onların bütün milliyetlerinin gereklerini tanırız. Bizim milliyetçiliğimiz, herhalde bencil ve gururlu bir milliyetçilik değildir.
1920 (Atatürk'ün S.D.I, s. 98)


Türk milleti

Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye halkına, Türk milleti denir.
1930 (Afetinan, M.B. ve M .K. Atatürk'ün El Yazıları, s. 351)

Türkler demokrat, özgür ve sorumlu vatandaşlardır. Türk Cumhuriyeti'nin kurucuları ve sahipleri, bizzat kendileridir.
1930 (Afetinan, M.B. ve M. K. Atatürk'ün El Yazılan, s. 465)

Türk milletini yapan insanların tarihleri birdir.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K. Atatürk'ün el Yazıları, s.357)


Türk milletinin kuruluşundaki gerçekler

Türk milletinin kuruluşunda etkili olduğu görülen doğal ve tarihî gerçekler şunlardır: a) Siyasî varlıkta birlik, b) Dil birliği, c) Yurt birliği, d) Irk ve köken birliği, e) Tarihî ya-
kınlık, f) Ahlâkî yakınlık.

Türk milletinin oluşmasında var olan bu şartlar, diğer milletlerde hepsi birden yok gibidir. Daha umumî bir tarif yapabilmek için diyelim ki; bir topluma millet diyebilmek için bu şartlar, aynı zamanda bütün olarak veya kısmen, birarada bulunmak gerekir. Bütün milletler tamamen aynı şartlar altında oluşmamış olduklarına göre Türk milletinde yaptığımız gibi, diğer bir millet ayrı olarak incelenmedikçe, milliyet fikrini umumî ve bilimsel olarak tarif etmek güçtür.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K.Atatürk'ün El Yazıları, s. 371 - 372)


Türk vatanı

Türk milleti, Asya'nın batısında ve Avrupa'nın doğusunda olmak üzere kara ve deniz sınırlarıyla ayrılmış, dünyaca tanınmış büyük bir yurtta yaşar. Onun adına Türkeli, Türk vatanı derler. Türk yurdu daha çok büyüktü. Yakın ve uzak zamanlar düşünülürse Türk'e yurtluk etmemiş bir kıt'a yoktur. Bütün dünyada, Asya, Avrupa, Afrika Türk atalarına yurt olmuştur. Bu gerçekler eski ve özellikle yeni tarih belgeleri ile bellidir. Fakat bugünkü Türk milleti, varlığı için bugünkü yurdundan memnundur. Çünkü derin ve şanlı geçmişin, büyük, kudretli atalarının kutsal miraslarının bu yurtta da korunabileceğinden, o mirasları şimdiye kadar olduğundan çok fazla zenginleştirebileceğinden emindir.Vatanımız, Türk milletinin eski ve yüksek tarihi ve topraklarının derinliklerinde varlıklarını koruyan eserleri ile

yaşadığı bugünkü siyasal sınırlarımız içindeki yurttur. Vatan, hiçbir kayıt ve şart altında ayrılık kabul etmez bir kütledir.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K. Atatürk'ün El Yazıları, s. 19)

Vatanın her parçası, ayrıcasız, Türk tarihinin maddî ve kesin dayanaklarıdır.
1924 (Raşit Metel, Atatürk ve Donanma, s. 87)


Vatan sevgisi

Türklerin vatan sevgisiyle dolu olan göğüsleri, düşmanların lânetlenmeyi gerektiren tutkularına karşı daima demirden bir duvar gibi yükselecektir.
1921 (Atatürk'ün T.T.B.IV, s. 411)

Gerektiği zaman vatan için bir tek birey gibi tek istek ve karar ile çalışmasını bilen bir millet, elbette büyük bir geleceğe lâyık ve aday olan bir millettir.
1927 (Atatürk'ün T.T.B.IV, s.536)


Yurt toprağı

Yurt toprağı! Sana her şey feda olsun. Kutlu olan sensin. Hepimiz senin için fedaiyiz. Fakat sen, Türk milletini ebedî hayatta yaşatmak için verimli kalacaksın. Türk toprağı! Sen, seni seven Türk milletinin mezarı değilsin. Türk milleti için yaratıcılığını göster.
1930 (Afetinan, Atatürk Hakkında H.B., s. 295)


Millî anıların değeri

Millet için ve milletçe yapıların işlerin anısı, her türlü anıların üstünde tutulmazsa millî tarih kavramının değerini takdir etmek mümkün olamaz.
1931 (Atatürk'ün S.D.l, s. 353)


Millî karakter

Millî karakteri derin tarihimizin ilham ettiği yüksek derecelere çıkarmak, heyecanla izlediğimiz büyük emellerimizdendir.
1931 (Atatürk'ün T.T.B.IV, s. 551)


Millî ahlâk ve millî duygu

Milletin toplumsal düzen ve huzuru, bugün ve gelecekte refahı, mutluluğu, güvenliği ve dokunulmazlığı, uygarlıkta ilerleme ve yükselmesi için insanlardan, her hususta ilgi, gayret, nefsin özverisini ve gerektiği zaman seve seve nefsinin fedasını isteyen, millî ahlâktır. Mükemmel bir millette, millî ahlâk gerekleri, o millet bireyleri tarafından âdeta düşünülmeksizin vicdanî, hissî bir güdü ile yapılır. En büyük millî duygu, millî heyecan, işte budur. Millet analarının, millet babalarının, millet öğretmenlerinin ve millet büyüklerinin evde, okulda, orduda, fabrikada, her yerde ve her işte millet çocuklarına, milletin her bireyine bırakmaksızın ve sürekli olarak verecekleri millî eğitimin amacı, işte bu yüksek millî duyguyu sağlamlaştırmak olmalıdır.

Ahlâkın millî, toplumsal olduğunu söylemek ve ortak vicdanın bir ifadesidir demek, aynı zamanda ahlâkın kutsal sıfatını da tanımaktır. Ahlâk kutsaldır; çünkü, aynı değerde eşi yoktur ve başka hiçbir çeşit değerle ölçülemez.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K.Atatürk'ün El Yazıları, s. 361-362)

Millî ahlâkımız, uygar esaslarla ve özgür fikirlerle beslenmeli ve sağlamlaştırılmalıdır. Bu, çok önemlidir; özellikle dikkatinizi çekerim. Korkutma esasına dayanan ahlâk, bir erdem olmadıktan başka güvene de lâyık değildir.
1924 (M.E.İ.S.D. 1, s. 19)

Türklerin aşağı yukarı hep ahlâkları birbirine benzer. Bu yüksek ahlâk, hiçbir milletin ahlâkına benzemez. Ahlâkın millet oluşmasında yeri çok büyüktür, önemlidir.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K.Atatürk'ün El Yazıları, s. 358)

Büyüklere saygı iyi bir ahlâktır.
1919 (Atatürk'ün S.D.II, s.2)

Milletlerin özellikleri

Her milletin kendine özgü gelenekleri, kendine özgü âdetleri, kendine göre millî özellikleri vardır. Hiçbir millet,aynen diğer bir milletin taklitçisi olmamalıdır. Çünkü böyle bir millet, ne taklit ettiği milletin aynı olabilir, ne kendi milliyeti içinde kalabilir. Bunun sonucu şüphesiz ki acıdır.
1923 (Atatürk'ün S.D.II, s. 150)

Bir milletin mutluluk saydığı şey, diğer bir millet için felâket olabilir. O halde bir millet, kendine göre mutluluk sayacağı bir şeye erişebilmek için başvurduğu gerek ve araçlar, kendi ruhundan çıkarsa o zaman amaca varabilir.
1921 (Atatürk'ün S.D.l, s. 198)

Dış Türkler hakkında

Siyasal varlığımızın dışında, başka ellerde, başka siyasal topluluklarla, isteyerek veya istemeyerek yazgı birliği yapmış, bizimle dil, ırk, köken birliğine sahip ve hatta yakın uzak tarih ve ahlâk yakınlığı görülen Türk toplulukları vardır. Tarihin bir hadisesinin sonucu olan bu hal, Türk milleti için elim bir anıdır; fakat Türk milletinin tarihsel ve bilimsel oluşmasındaki köklülüğü, dayanışmayı asla bozamaz.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K.Atatürk'ün El Yazıları, s. 23; 375-376)

Türk milleti Kurtuluş Savaşı'ndan beri, hatta bu savaşa atılırken bile mahkûm milletlerin özgürlük ve bağımsızlık davalarıyla ilgilenmeyi, o davalara yardım etmeyi benimsemiştir. Böyle olunca kendi soydaşlarının özgürlük ve bağımsızlıklarına kayıtsız davranması elbette uygun görülemez. Fakat milliyet davası, bilinçsiz ve ölçüsüz bir dava şeklinde düşünülmemeli ve savunulmamalıdır. Milliyet davası, siyasî bir mücadele konusu olmadan önce, bilinçli bir ülkü sorunudur. Bilinçli ülkü demek pozitif bilime, bilimsel yöntemlere dayandırılmış bir hedef ve amaç demektir.

O halde propagandalarda olumlu yöntemlere başvurmak şarttır. Hareketlerin imkân sınırları ve sıralan kesinlikle hesaba katılmalıdır. Türkiye dışında kalmış olan Türkler, ilkin kültür sorunlarıyla ilgilenmelidirler. Nitekim, biz Türklük davasını böyle bir olumlu ölçüde ele almış bulunuyoruz. Büyük Türk tarihine, Türk dilinin kaynaklarına, zengin lehçelerine, eski Türk eserlerine önem veriyoruz. Baykal ötesindeki Yakut Türkleri'nin dil ve kültürlerini bile ihmal etmiyoruz.
(Abdülkadir İnan, Türk Kültürü Dergisi, Sayı: 13, 1963, s. 115)

Azerî Türklerinin dertleri kendi dertlerimiz ve sevinçleri kendi sevinçlerimiz gibi olduğu için, onların arzularına kavuşmaları, özgür ve bağımsız olarak yaşamaları bizi pek fazla sevindirir. 1921 (Atatürk'ün S.D.II, s.19)


Türk milleti ve bolşevik ilkeleri

14. 8. 1920 günü 1. Dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde yapmış olduğu konuşmadan:
Biz memleket ve milletimizin varlığını ve bağımsızlığını kurtarmak için karar verdiğimiz zaman kendi görüşlerimize bağlı bulunuyorduk ve kendi kuvvetimize dayanıyorduk. Hiçbir kimseden ders almadık, hiç kimsenin kandırıcı vaatlerine aldanarak işe girişmedik. Bizim görüşlerimiz, bizim ilkelerimiz herkesçe bilinir ki, bolşevik ilkeleri değildir ve bolşevik ilkelerini milletimize kabul ettirmek için de şimdiye kadar hiç düşünmedik ve girişimde bulunmadık. Bizim inanışımıza göre, milletimizin yaşamının sağlanması ve yükselmesi, kendi benimseme yeteneğiyle uygun olan görüşlerdir. Fakat esas bakımından incelenirse bizim görüşlerimiz -ki halkçılıktır- kuvvetin, kudretin, egemenliğin, yönetimin doğrudan doğruya halka verilmesidir, halkın elinde bulundurulmasıdır. Yine şüphe yok ki bu, dünyanın en kuvvetli bir esasi, bir İlkesidir.
1920 (Atatürk'ün S.D.I, s. 97-98)

Türk milletinin yapısı ve komünizm

Kendi elyazısıyla yazılmış "Demokrasi'ye Karşıt Çağdaş Akımlar" başlıklı yazı dizisinden :

Bolşevik kuramının Rusya'da uygulanmış şekline bakalım: Bütün Rus milleti içinden işçi, deniz ve kara kuvvetlerinden ibaret bir azınlık ekonomik esaslara dayanan, komünist partisi adı altında birleşerek, bir diktatörlük meydana getirmişlerdir. Amaçlarında, millî değildirler. Kişisel özgürlük ve eşitlik tanımazlar. Halk egemenliğine saygıları yoktur. İçeride çoğunluğu, zorlama ve baskı ile görüş noktalarına uymaya zorlarlar; dışarıda propaganda ve ihtilâl örgütü ile, bütün dünya milletlerine kendi ilkelerini yaymaya çalışırlar. Halbuki, hükümet kurmaktan amaç, evvelâ, bireysel özgürlüğün teminidir. Bolşevik hükümet şeklinde istibdat niteliği görülmektedir. Bir toplumu, bir kısım insanların görüşlerinin, zorla, esiri ve düşkünü yaşatmak şekline, doğal ve uygun bir hükümet sistemi gözüyle bakılamaz.
1930 (Afetinan, M.B. ve MK. Atatürk'ün El Yazılan, s. 420 -422)

Türk milletinin yapısı ve komünizm

Hâkimiyeti Milliye gazetesi muhabirine verdiği demeçten:

Komünizm toplumsal bir sorundur. Memleketimizin hali, memleketimizin toplumsal şartları, dinî ve millî geleneklerinin kuvveti Rusya'daki komünizm'in bizce uygulanmasına uygun olmadığı görüşünü doğrular bir niteliktedir. Son zamanlarda memleketimizde komünizm esasları üzerine kurulan partiler de bu gerçeği deneyimle kavrayarak faaliyetlerini durdurma gereğine inanmışlardır. Hattâ bizzat Rusların düşünürleri bile, bizim için bu gerçeğin meydana çıkmasına boyun eğmiş bulunuyorlar.
1921 (Atatürk'ün S.D. 111, s. 20)

Kendi arzularını kolaylıkla desteklemek isteyen birtakım kimseler hilekârcasına komünizm ve diğer kuruluşa taraftar olduğumu daima yayıyorlar. Fakat yanlıştır.
1920 (Atatürk'ün T.T.B.IV, s.351)

Bolşeviklerle ilişkimize gelince, biz onlarla bir dostluk antlaşması yaptık. Başlıca şartlardan biri şu ki, Ruslar memleketimizde propaganga ve kışkırtmalar yapmayacaklar; çünkü Sovyet kuruluşuyla bizim kuruluşumuz arasında esaslı uyuşmazlık vardır.
1921 (Atatürk'ün S.D.V, s.84)

Petit Parisien muhabirine Bursa'da verdiği demeçten:

Biz ne bolşevikiz, ne de komünist; ne biri, ne diğeri olamayız. Çünkü, biz milliyetçiyiz ve dinimize saygılıyız.

Özetle, bizim hükümet şeklimiz tam bir demokrat hükümetidir ve dilimizde bu hükümet, "halk hükümeti" diye anılır. Bu hükümet, doğrudan doğruya milletin arzularını karşılamaya hizmet eder ve millet ve memleketin yönetimine kendisi sahiptir. Bu nedenle kendi yazgısını kendisi belirler. Yönetimsel kuruluşlarımızın hepsinde uygulanacak olan yöntem de budur.
1922 (Atatürk'ün S.D.IU, s. 51-52)

Amerikalı kadın gazeteci Gladys Baker'e verdiği demeçten:

Türkiye'de bolşeviklik olmayacaktır. Çünkü Tük hükümetinin ilk amacı, halka özgürlük ve mutluluk vermek, askerlerimize olduğu kadar, sivil halkımıza da iyi bakmaktır.
1935 (Ayın Tarihi, No: 19, 1935)


Yabancı akımlarla mücadele

5.8.1929 gecesi Eskişehir garında Sakarya gazetesi başyazarına verdiği demeçten:

Türk milletinin toplumsal düzenini bozmaya yönelen didinmeler, boğulmaya mahkûmdur. Türk milleti, kendinin ve memleketin yüksek çıkarları aleyhine çalışmak isteyen bozguncu, alçak, vatansız ve milliyetsiz beyinsizlerin saçmalamalarındaki gizli ve kirli emelleri anlayamayacak ve onlara hoşgörüyle davranacak bir topluluk değildir. O, şimdiye kadar olduğu gibi doğru yolu görür. Onu yolundan saptırmak isteyenler ezilmeye, ortadan kaldırılmaya mahkûmdur. Bu hususta köylü, işçi ve özellikle kahraman ordumuz candan beraberdir. Bunda kimsenin şüphesi olmasın!
1929 (Ayın Tarihi, Cilt: 20, Sayı : 65, s. 4791)

İzleyiciler

Blog Arşivi